Tehdit Afrin’den, Öyleyse Müdahale Neden İdlib’e?

RIDVAN KAYA

Son dönemde medyada sıkça okumaya-duymaya başladığımız “İdlib’e harekât” lakırdıları size de Nasreddin Hoca fıkrasını hatırlatmıyor mu? Yapması gerekenin zorluğu karşısında, hedefini bilerek şaşırmış olmanın insanı düşürdüğü düşündürücü durumu, acziyeti anlatan o meşhur fıkrayı!

Kapının önünde bir şeyler arayan Hoca’ya komşusu ne aradığını sorar. Hoca “yüzüğümü kaybettim, onu arıyorum” diye cevap verir. “Kapının önünde mi kaybettin” sorusunu ise “yok hayır, evde kaybettim” diye cevaplar. Komşusu “o zaman niye sokakta arıyorsun” diye sorunca da, Hoca “ne yapayım, ev çok karanlık, o yüzden burada arıyorum” der.   

Türkiye’nin, güneyinde ABD desteğiyle her geçen gün biraz daha belirginleşen PYD/YPG tehdidini savuşturabilmesi için İdlib’e askeri bir müdahalede bulunması gerektiğine dair tezler işte aynen bu fıkrada anlatılan şaşkınlık haline tekabül etmekte.

ABD desteğiyle PYD/YPG İdlib’e girebilirmiş, eğer böyle bir durum gerçekleşirse Türkiye’nin güney sınırında kesintisiz bir düşman hattı oluşurmuş, bunu önlemek için Türkiye erken davranıp onlardan önce İdlib’e girmeliymiş!

Düne kadar Esed, İran ve Rusya’nın açık desteğiyle semirtilmekle beraber bugün artık sırtını tam manasıyla ABD’ye dayamış görünen PYD/YPG’yi engellemek için üretilen formüle bakın!

Düşmanlar düşmanlıklarına tam gaz devam ederken, Dostları düşman kılma politikası mı?

Bunca düşman güçle çevrili olduğu bir vasatta Türkiye’nin, mücahitlerin ağır bedeller ödeyerek özgürleştirdiği, kendi nüfusuna ilaveten Esed/İran/Rusya katliamlarından kaçıp bu bölgeye sığınan yüz binlerce muhacirin yaşadığı Halep kırsalı ve İdlib’e askeri bir operasyona sürüklenmesinin ardındaki anlamsızlığı, saçmalığı görmemek nasıl bir basiretsizliktir? Bu ülkeyi Suriye sahasında dost olarak kalmış sayılı güçleri de karşısına almaya itecek bir davranışa sürükleyen akıl kimin aklı olabilir, hiç düşünülmüyor mu?

Keşke medyada çokça çiğnenen bu operasyon sakızı sadece işgüzar bazı medya mensuplarının aksiyon merakıyla süslenmiş milliyetçi hayallerinin bir yansıması olsaydı! Ne yazık ki, bu tarz saçmalıkları ciddiye almamızı gerektiren mebzul miktarda ‘yetkili zevat beyanı” ile yüz yüzeyiz. Üstelik de son günlerde ardı ardına gerçekleşen İran ve Rus genelkurmay başkanlarının ziyaretlerinde de bu konunun öncelikli gündem maddeleri arasında ele alındığına dair açıklamalara muhatabız. Bu yüzden ister istemez iddiaları, söylentileri ciddiye almak durumundayız. Ve tam da burada, duyan olursa diye, bazı gerçeklerin altını bir kez daha kalınca çizme gereği duymaktayız.

PYD/YPG’yi durdurmak adına (Halep kırsalını da içine alacak şekilde) İdlib’e operasyon demek Türkiye’nin dost ve müttefikleriyle karşı karşıya gelmesi, çatışması, yani altı yıldır sergilediği tüm çabayı yıkıp geçmesi demektir. Bu da gerek PYD/YPG için, gerekse de Esed rejimi için arayıp da bulamayacakları bir ödül olacaktır.

Türkiye dibinde PYD/YPG’nin bu bölgeye sarkmasını istemiyorsa, burada mücadele eden gruplarla irtibatını ve dayanışmasını artırmalıdır. Ayrıca da Afrin’den PYD/YPG unsurları sarkabilir korkusuyla burada hat oluşturmak gibi son derece zayıf ve aciz bir görünüm sergilemek yerine doğrudan PYD/YPG’nin mevzilendiği bölgeleri hedef almalı, en azından sözü edilen türden bir teşebbüs sözkonusu olursa doğrudan PYD/YPG’nin üstlendiği bölgelere müdahale edeceğini ilan etmelidir.

“ABD ne derse, o” mu?

‘İdlib’e müdahale’ senaryosunun ABD’nin Tahrir’üş-Şam üzerinden gündemleştirdiği ‘terör’ dayatması ile birebir bağlantılı olduğu biliniyor. Türkiye buradan sıkıştırılmaya çalışılıyor. Bu bağlamda Cilvegözü sınır kapısının kapatılması türünden adımlara zorlandığı görülüyor. Öte yandan Türkiye de müdahale tartışmasını biraz kısık sesle de olsa bu zeminde gündemleştirmeye, meşrulaştırmaya çalışıyor.

Türkiye’nin Tahrir’üş-Şam’ın ‘terör örgütü’ şeklinde tanımlanmasını itirazsız kabul etmesi ne ahlaki, ne de politik açıdan haklı bir tutum. Bu doğrudan egemen dayatmaya boyun eğmek anlamına geliyor. Hani şu her fırsatta babalanılan, “ey!...” diye başlayan ünlemelerle meydan okunan küresel haramilerin hukuksuzluklarına teslim olmak demek oluyor.

Olayın hukuksuzluğunu bir kenara bırakalım, en azından mütekabiliyet noktasında, Türkiye’nin PKK/PYD’ye yönelik haklı ve delillendirilmiş talepleri ABD tarafından sinek vızıltısı kadar itibar görmez ve toptan çöpe atılırken, ABD’nin haksız, temelsiz talepleri karşısında “emrin olur, baş üstüne” tavrı sergilenmesi hiç yakışık alıyor mu?

Bir yandan “kendisiyle savaştığımız terörist örgüte yüzlerce tır silah veriyorlar” diye şikayet et, “terör örgütü mensuplarını ülkelerinde barındırıyorlar, bir tekini bile iade etmiyorlar” diye yakın, ondan sonra da kalkıp şikayet ettiğin, suçladığın küresel haramiler kime ‘terörist’ damgasını yapıştırıyorlarsa sen de aynen öyle kabul edip, buna göre tavrını belirle! Bu adil ve şahsiyetli bir tutum mudur? Böylesi zayıf adımlarla bırakın dünyada, içeride dahi söz sahibi olunabilir mi?

Sorun İdlib’e hangi örgütün hakim olduğu değil ki, bazıları bu gerekçe üzerinden müdahale senaryoları geliştiriyor. Yok, eğer şu değil de bu örgüt olsaymış, belki göz yumarlarmış ama öbürüne asla izin verilmezmiş! Hadi oradan! Halep’e Tahrir’üş-Şam mı hakimdi ki, vahşice, zalimce yakılıp, yıkıldı, işgal edildi?

Sorun Suriye halkının özgürlüğü için savaşan mücahitlerin görüşleri, kimliği, yapısıyla alakalı değil, bunun net biçimde anlaşılması gerekiyor. Egemenler İslami hareketleri her yerde boğmak için harekete geçmiş haldeler! Bunun için bahane üretiyorlar. Mısır’da darbeyle devrilen İhvan hangi suçu işlemişti de vahşice ezilmesine dünya çanak tuttu? Unutmayalım Katar gibi bir ülke bile terör yaftasından kendini kurtaramadı. Dolayısıyla kendimizi kandırmayalım, küresel zalimlerin önümüze sürdükleri yalanlara da itibar etmeyelim.

Türkiye adımlarını Suriye halkının savunucularıyla koordineli biçimde atmalıdır!

Peki, biz ne diyoruz? Türkiye İdlib ve çevresinde olan biteni umursamasın, burada yaşanabileceklere karşı ilgisiz, duyarsız mı kalsın? Elbette, değil! Türkiye’nin zaten Esed rejimi kaynaklı son derece ağır bir tehditle baş başa olduğu gibi, ilaveten ABD kaynaklı yakın ve yakıcı bir tehditle de karşı karşıya geldiği açık. Ama bu tehdidi önlemenin yolunun ABD dayatmasına boyun eğmekten ya da Esed zalimini sevindirecek adımlar atmaktan geçmediği de aşikâr!

Türkiye’nin İdlib’te daha etkili bir biçimde bulunması gerekiyorsa bunun da yolu açılmalı ama bu adımlar mutlaka mücahitlerle koordineli biçimde yürütülmelidir. Yapılması gereken şey altı yıldır Suriye halkının hukuku ve özgürlüğü doğrultusunda serdedilen adımlara paralel olarak mücahitlerle dayanışma ve ittifakı geliştirmek olmalıdır. Esed zaliminin hamiliğini üstlenmiş Rusya karşısında, PYD işbirlikçisinin hamiliğini üstlenmiş ABD karşısında, Suriyeli mazlumların ve mücahitlerin dostu ve sözcüsü olmak Türkiye’ye yakışan tutum olacaktır!