Teamüller Yıkan Siyasetin Açılımı

KENAN ALPAY

 

 

Erol Özkasnak’ın 28 Şubat yargılamaları sırasında baştan sona ağlayıp sızlayan, verilen emir ve talimatlara göre harekette ettiğini dolayısıyla masum olduğunu iddia eden ifadeleri neden ciddi ciddi manşetlerin konusu olmuyor acaba? Yoksa eski çalışma arkadaşları, dostları ve işbirlikçileri “düşenin dostu olmaz” sözünü mü doğrulamak istiyorlar?

Tutanaklara bakılırsa 28 Şubat darbe sürecinin kudretli generallerinden Özkasnak mahkemede sitem yüklü cümleler kurup, acıklı ve dokunaklı tasvirler eşliğinde yaşadıklarımızı unutmaya davet ediyor bizi. Topyekûn Savaş ilan ettikleri geniş toplum kesimlerinin merhamet duygularına şöyle sığınıyor: "Aradan 16 yıl geçtikten sonra, bugün 28 Şubat sürecinde kimin ne yaptığını bir yere bırakarak, yaşları 60-80 arasında olan askerler burada sanık sandalyesine oturtulmuşlardır. Bu tablo, cumhuriyet tarihinin en haksız ve hazin tablosu". Geçen zaman, yaş durumu ve sanık sandalyesi üçlemesi aslında hiç de haksız ve hazin bir tablo oluşturmuyor. Aksine askeri vesayet teamüllerinin yıkıldığına ve adaletin tecellisi yolunda adımlar atıldığına dair toplumun geniş kesimlerinde güvenlik duygusunu pekiştiriyor.

Hesaplaşmayan Yol Alamaz

İ. Hakkı Karadayı, Hüseyin Kıvrıkoğlu, Çevik Bir, Erol Özkasnak, Çetin Doğan gibi cunta kurup siyaset ve topluma karşı darbe yapan, askeri vesayeti bir teamül halinde işleten karakterler bir arızanın, işletim hatasının sonucu karabasan gibi üzerimize çökmediler. Hem uzun dönemler boyunca maruz kaldığımız sistematik zulümler hem de mahkeme kayıtlarına geçen bilgi ve belgeler bunun açık ispatıdır.

Buna en son örnek dönemin Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri sıfatıyla ifade veren Tümg. Özkasnak’ın şu cümleleridir: “Yaptığım açıklamaların hiçbiri şahsi görüşlerim değildi. Bir defa dahi kendi görüşümü açıklasaydım, görevden alınırdım. Karadayı çok titizdi yapılacak açıklamaların provalarını dahi yaptırırdı. Beni çağırır iyi anladığımı yoklardı. Genelkurmay teamüllerine göre kurulan BÇG'nin yasal olduğunu biliyorum, laik cumhuriyeti ve Atatürk'ün devrimlerini korumak maksadıyla yüksek bir görev bilinciyle yapılmıştır.

Özetlersek: Daha öncekilerde olduğu gibi 28 Şubat darbe sürecinde de şahsi görüş yok, kurumsal işleyiş kesin, teamüller ve yüksek görev bilinci hukukun da siyaset ve toplumun da üstündedir. Bütün bunlara rağmen “birkaç çürük elma” tezinde ısrarcı olmanın bir manası yok. TSK’yı ve beraberinde hareket eden yüksek yargı, akademi, sermaye ve medyayı yani iktidar sınıflarını darbeci karakter ve cuntacı heveslerle besleyip büyüten Kemalist ideolojiyle hesaplaşmaksızın yol almak mümkün değildir.

Geleneksel iktidar sınıfları kuruluşundan bugüne devleti, siyaset ve toplumu bir terbiye aracı olarak kullandılar. Devlet, bütün imkân ve kadrolarıyla bu işe koşuldu. Elde edilen sonuçların iktidar sınıflarını tatmin etmemesi topluma fişleme, andıç, brifing, provokasyon, faili meçhul cinayet, işkence, muhtıra ve nihayet darbe olarak yansıdı. Bu uğursuz teamülleri, bu azapkar silsileyi parçalayıp betona gömmeden huzur ve sükûnete, güvenlik ve refaha, adalet ve merhamete doğru yol alamayız.

Dersim ve Kürdistan’ı Kim Ezdi?

Tunceli ismi Kemalist Cumhuriyetin katliam ve tehcirlerinden birinin sembolü değilse nedir? Alevilerin, sol-sosyalistlerin ve ulusalcıların tapınırcasına yücelttiği Atatürk’ün Tuncelisi bugün yarın Başbakan Erdoğan’ın siyaseti sayesinde aslına dönecek ve resmen yine Dersim olacak. Bu süreci diğerlerinin izlememesi için makul hiçbir gerekçe yok.

Bir taraftan Dersim üzerine on yıllardır ağıtlar yakan diğer yandan da Kemalizme, TSK ve CHP’ye sadakat yarıştırıp sahtekârlık ve çirkinlik sergileyenlerden hiç kimse utanma filan beklemesin. Çünkü darbeye karşı olduğunu söyleyip Kemalizme bitişik nizam durmak gibi iki yüzlülüklerin en çirkinini siyaset olarak belleyen laik-ulusalcı ve sol-sosyalist cephe en temelde İslami değerleri kamusal alandan kazıma potansiyeli taşıyan her türlü kirli-kanlı operasyonda zevkle görev almıştır.

Dersim’e benzer bir sorun olan Kürt sorunu yani inkâr ve asimilasyon kimin eseri? Sınırlı birkaç değerlendirme dışında Kemalizmle, Atatürkçü ideoloji ve kadrolarla Kürt sorununun kaynağı arasında neredeyse hiç irtibat kuran yok. Sanki kimsenin sebebini ve faillerini bilmediği bir dizi zulüm işleyip durmuş da bir türlü adı konulamamış. Sanırım bu sebeple olsa gerek BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş daha dün “Başbakana Kürdistan’ın kalbinden soruyorum; Kürdistan Kürdistan olacak mı?” diye sesleniyordu.

Hiç şüphemiz yok ki Dersim Dersim’dir, Kürdistan da Kürdistan’dır zaten. Ancak Dersim’i Tunceli’ye devşiren, Kürdistan’ı Kemalizmin tahakkümüne mecbur ve mahkûm tutan Türk ulusalcılığı ve onun ikiz kardeşi Kürt ulusalcılığı varlık sebepleri olarak sarıldıkları kör şiddetten vazgeçerse bu yol açılır ve kolaylaşır. Mesela bu bağlamda BDP’li Gültan Kışanak’ın kendince alay konusu ettiği sürecin “paketten çıkan kabak”a indirgenmesi tek taraflı olarak Türk ulusalcılarının becerebileceği bir iş olmayacağını hatırlatmak gerek. Kürt ulusal kimliği ve bu kimliği inşa eden silahların gölgesinden neşet eden kibir ve provokasyon mantığına sarılmakta inat etmek her şeyden önce statükonun güçlendirilmesine fayda sağlamaktadır. 

Hiç kimse inkâra yeltenmesin ki bu coğrafya ve toplum adalet ve barış iklimi için kardeşliğe, kardeşlik için de yüzünü her zaman İslam’a dönmüştür. İnsan ve toplumla fıtratı arasına zorbaca giren buyurgan bir tarzda makbul vatandaşlar üretim merkezi olarak tanzim edilen ulus devlet ait olduğu yere, tarihin çöp sepetine atılmaktan kurtulamayacak. Çünkü Dersim de, Kürdistan da bir bütün olarak Türkiye’de içinde yer aldığı İslam coğrafyasının ve ümmetinin doğal bir parçasıdır.