Tahran-Moskova Soru Hattından Sızanlar

AZİZ AVAR

Siyasi hareketlenmeler, aynı zamanda neşet ettiği ortamlarda alışagelinen zihin konforunu bozan olaylardır. Dünden bugüne, toplumların hayatında doğrudan etki göstermiş tüm hareketlenmelerin karşısında iki kutup olduğunu görürüz. Bunlardan biri irade göstererek ilkeleri ile basacakları sağlam zemini kendileri tayin edenler.  Diğeri ise hayalî ve sloganik söylemleri hakikat gibi servis edenlerdir.

Toplum ve siyasetin yapısal değişim yaşadığı zaman ve zeminlerde gösterilemeyen bir iradenin, sahibini nereye savuracağını kimse kestiremez. Farklı iddia sahiplerinin bahsettiğimiz hareketlenmeler karşısında fiili olarak aynileşmelerini, yaşadıkları dönem içinde ki şartların elverişsizliğine ve stratejik yönüne bağlayanlar, aynı zihinsel mirası devir almanın getirdiği bir bilinçaltı ile çalının etrafını dolanma kolaycılığına kaçmaktadırlar. Oysa fotoğraf karesinin bütününe feraset ile bakabilenler, kadraja girenin teslimiyetçi ve konformist bir refleksten başka bir şey olmadığını da rahatlıkla görebileceklerdir.

Şu sıralar Suriye’de meydana gelen hadiseler, özelde Türkiyeli Müslümanlar olarak takınmamız gereken tavrın nasıllığı hakkında yeniden düşünmemizi hatırlatmaktadır.  Suyun sürekli bulandırıldığı ve kara propagandanın had safhaya ulaştığı Suriye olaylarında, akla ve insafa sığmayan birçok şey ortaya konulurken, ilkesel tutumumuzun yeniden fıkh edilmesi gerektiğini düşünmeliyiz.  Sömürüye, zulüm ve zillete, despotizme, ifsada karşı koyabilecek adil şahidiler olabilmenin yolunun buradan geçtiğini bilmek zorundayız.  Değerlendirmelerimizde rabbimizin bahş ettiği korunakları kuşanmadığımız da müsebbibi olacağımız şey hayırdan olmayacağı gayet açıktır.

Bugün İslami kimliğimizin gerekliliği üzerine düşünürken ister istemez onun dünden bugüne uzanan serencamını da hatırlıyoruz.  İslam inkılâbı gerçekleştiğinde bütün Müslümanlar gibi biz de çok heyecanlanmış ve hitama ermesi için sözlü ve ameli dualarımızı eksik etmemeye çalışmıştık. Devrimden en büyük ve önemli beklentimiz ise kişiliği ve kimliği bozulmuş ümmet fertlerine İslami değerleri yeniden kazandıracak olmasıydı. Gözümüzde şiinin ve sünninin önemi kaybolup, İslam'ın şiarı tamamen öne çıktığı o günler aynı zamanda Muhammedi (a.s) bir ruhun canlanarak vücut bulduğunun bir işaretiydi. Aradan geçen 33 yıl hep bu ümitle yaşayıp durduk. Devrime yakıştıramadığımız olgu ve olaylar (Sünnicilikten kurtulmaya çalışırken Şiileştirme çabalarına muhatap olmak gibi) ile karşı karşıya kaldığımızda ise istikbara karşı devrime halel gelmesin,  vahdet düşüncemiz sakıt olmasın gibi kaygılarla ve pek tabi önceleyerek hep direndik. Ancak gelinen noktada Suriye süreci umutlarımızı tüketmek için oldukça ısrarcı bir yöne doğru gitmektedir.

Açıkça görülmektedir ki Suriye halkı, canı, malı, namusu ve özgürlüğü için ayağa kalkmış ve bu kalkışa Esed rejimi ise katliam ile cevap vermiştir. On bir ay gibi kısa bir sürede binler ile ifade edilen ölümler olurken, bu zulüm yokmuş gibi davranmak ve yaşanan vahşeti batının komplosu şeklinde izah etmek hiç bir vicdanın kabul edebileceği bir şey değildir. Rusya bile Esed rejimine sahip çıkarken halka karşı uygulanan zulmü vurgulamak zorunda kalmışken, İran ve direnişine çok değer verdiğimiz Hizbullah'ın yaşananları komplo olarak açıklamasını anlamakta güçlük çektiğimizi ifade etmek zorundayız.

Suriye'nin Siyonist devlete karşı tek bir mermi atmadığı gerçeği ortada iken, direnişe verdiği görece destekten ötürü bir hak tesliminde bulunsak bile bu teslimiyet mazlum ve mustezaf kardeşlerimize doğrultulmuş namluya meşruiyet kazandırmaz! Aynı zamanda geçmişte Hama katliamı karşısındaki etkisizliğimiz -belki yetersizliğimiz- bugünkü Humus-Dera vd. katliamlar karşısında tereddüt ve tepkisizliğe düşmemizi de gerektirmez. Günümüzde kitle iletişiminin yaygınlığı artık bu tereddüt ve etkisizliğe pek mahal bırakmamakta, bu opsiyonları silip süpürmektedir. Zülüm nerden gelirse gelsin gerekçesiz,  âmâsız karşı olmanın bir erdem olduğu açıkça ortadadır. Susmanın büyük bir vebal olduğu da izaha muhtaç değilken, olan biteni örtmek gibi bir tavrın Allah katında sorumluluk getireceğini hatırda tutmamız gerekir.

Şurası ortadadır ki yarım asırdan bu yana zalim bir aile iktidarının zulmüne maruz kalmış müslüman halkın, ayaklanmasından vazife devşirme beklentisi taşıyanlar ve bunun için fırsat kollayanlar vardır. ABD, NATO, Rusya veya Çin gibi güçlerin fırsatçı beklentiler içerisinde oldukları gerçeğini inkar etmek reel politiğe aykırıdır. Zira güç aygıtını elinde tutanların ortaya koyacakları politik manevralar neredeyse tarihin tüm dönemlerinde ortak bir yön taşır. Ancak bu olasılık fotoğrafın sadece bir kısmıdır ve sadece bir ihtimalden ibarettir. Bu olasılığın gerçekleşebilmesi ise halkların iradesizliği ile mümkündür. Tersten söylemek gerekirse, böylesi bir olasılığı mutlak görmek demek, emperyal güçleri kadir-i mutlak ilan etmek anlamına gelir. Ve sormak gerekir: Böylesi bir gerekçeye dayanarak mazlum bir halka “sesinizi çıkarmayın”, yani zulme rıza gösterin demek hangi mektebin şiarıdır?

Müslümanlar olarak bizler zalim diktatörlere başkaldırı içinde olan, Rablerinin kendilerine vermiş olduğu hakkı gasp edenlere karşı direniş başlatanlara destek vermeli değilmiyiz?

Ve yine biz Müslümanlar Suriye halkı başta olmak üzere İslam coğrafyasında, zulmün ve istibdadın sona ereceği bir ortam meydana gelmesi için destek vermek zorunda değilmiyiz?

İnsanın özgürlüğünü şu veya bu devletin al-i menfaatlerine kurban etmeyi adalet ve insaf ile nasıl bağdaştırabiliriz?

Evi başına yıkılan çocukları katl edilen bir babaya komplodan başka söylenecek söz yok mudur?

Hiç unutmayalım; Tunus, Mısır, Libya gibi hareketlerin başladığı yerler nasıl cami merkezli ise Suriye’de de aynıdır. Müslümanların direnişteki etkinliği halkın seçimini ortaya koyan önemli bir gösterge değil midir? Bunun yanında rejimin elli yıla yakındır sistematik olarak sürdürdüğü zulüm karşısında hareketin niteliğinin de ne olduğu ortaya çıkmaz mı?

Yok, eğer bunları değerlendirmez isek başka hangi saikler ile karar verebiliriz?

Bağlı olarak Filistin direnişinin Suriye halkının umurunda olmadığını kim söyleyebilir? Ya da kim kimden özgürlüğünü bir takım stratejik hesaplara kurban etmesini bekleyebilir ki?

Ve kendimi sormaktan alamadığım bir soru daha: Ne zamandan beridir devletler Müslümanları ilgilendiren bir konuda, doğrunun ve yanlışın temel belirleyicisi oldular? Soruyu şöyle de sorabiliriz; Türkiye, İran veya herhangi bir devlet olmadan Filistin direnişi olamaz diye bir hükmü neyi gözeterek veriyoruz?

Bu sorulara verilecek cevap eğer "babam olmazsa rızkım kesilir" türünden bir mantık içerecekse, o zaman sorunun reel politik değerlendirmeden ziyade imani/ilkesel bir boyutunun olduğunu söylemek zorunda değil miyiz!

Müslümanlar elbette stratejik hesaplara, uluslararası ilişkilere ve küresel istikbara karşı dikkatli olmalıdırlar ama bunu şu ya da bu devletin veya herhangi bir hükümetin dediği ve yaptığı için değil, tamamen kendi İslami sorumlulukları mucibince yapmalı değiller midir?  

Ayrıca Müslümanlar olarak gelişen ve değişen siyasi hareketlenmeler karşısında takınacağımız tavırlar zaman zaman bir takım devlet veyahut kurumların politikalarıyla benzeşebilirler ama bu illa da onlarla aynı doğru üzerinde hareket ettiğimiz anlamına gelmez. Ve en önemlisi de benzer görülen noktanın ayırt edici faktörü olarak bir bilince yani farkındalık haline sahip olduğumuzdur. Diğer taraftan iktidar sahipleri ile söylem ve eylemlerimizin örtüşmediği noktalarda takındığımız tavrın nasıl olacağı merak edilirse; bu konuda Türkiye İslami hareketinin tarihi oldukça öğreticidir! Onun için doğrularımızı belirleyen temel değerin ne olduğunu yeniden belirleyip kime hesap ve destek vereceğimizi yeniden düşünelim. Toplumsal dinamiklerin böylesi köklü bir değişime uğradığı dönemde atacağımız adımların çok önemli bir menzile ve belki de yanlış atılırsa geri dönülmez yol ayrımlarına götüreceğini bilmeliyiz. Bu bağlamda Dünya ve özellikle Türkiye sosyalist hareketinin tarihinden de çıkartmamız gereken pek çok ders mevcuttur. Ümitlerimizi yeniden kazanmak için tevhid ve adaleti ayağa kaldıran şahitler olmak ve nihayet Allaha vereceğimiz hesabı göz önünde tutmak zorundayız.

Ezcümle hangi zaman ve zeminde olursak olalım bazı kırmızı çizgilerimiz olduğunu bilmek zorundayız. Bu çizgilerimizden biri de zulüm ile varlığını devam ettiren zalimler ile münasebetimizin nasıllığıdır.  Unutmamalıyız ki bu soruya vereceğimiz cevap aynı zamanda İslami kimliğimizin en belirgin göstergesi olacaktır. İslami kimlik iddiasında olanlar baskı ve sömürü politikaları ile insanları ezen, sindiren, insan haysiyet ve onurunu ayaklar altına alanlara baş kaldırması gerektiği gibi, iktidar maslahatı ve taassuba varan bir takım aidiyetlerin ardına sığınmayı da kabul etmemelidirler. Dönüm noktasında sergileyeceğimiz net ve tutarlı tavırların bizi dünyevileşme ve haksızlığa meyl etmek anlamına gelen amansız virajlardan koruyacak emniyet kemeri olduğunu da hatırımızdan çıkarmamalıyız.

Rabbimizden niyazımız, hesabını yalnızca O’na verecek olmanın bilinci ile zulme ve haksızlığa kesintisiz başkaldıran bir tavrın tutarlı taşıyıcıları olabilmektir!