Sorkırımcı İsrail ile ittifak, Yunanistan ve Güney Kıbrıs’a ne kazandırabilir?

“Sovyetler üzerinden yürütülen eski denge siyaseti nasıl ki sürdürülebilir olmadıysa, bugün İsrail eksenli güvenlik arayışı da Rum tarafını güçlü kılmaktan ziyade bağımlı ve ikame edilebilir bir aktör hâline getirmektedir.”

Üçlü zirvenin jeopolitiği: GKRY–İsrail–Yunanistan ekseninde Türkiye'nin konumlandırılması

İsmail Şahin / Star Açık Görüş


Doğu Akdeniz, son on yılda enerji kaynakları, deniz yetki alanları ve askeri yığınaklar üzerinden şekillenen çok katmanlı bir jeopolitik rekabet alanına dönüşmüştür. Bu rekabetin merkezinde Türkiye yer alırken, İsrail, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin (GKRY) oluşturduğu eksen, bölgesel dengeyi Türkiye aleyhine yeniden kurma arayışına girmiştir. Ancak sahadaki jeopolitik gerçeklik, hukuki argümanlar ve güç dengeleri birlikte değerlendirildiğinde, bu eksenin stratejik sürdürülebilirliği ciddi soru işaretleri barındırmaktadır.

Türkiye, Doğu Akdeniz'de en uzun kıyı şeridine sahip ülke olarak coğrafi gerçeklikten kaynaklanan doğal haklara sahiptir. Buna karşın Yunanistan ve GKRY, deniz yetki alanlarını maksimalist haritalar üzerinden tanımlamaya çalışmakta; adalara ana kara ile eşdeğer etki tanıyan yorumlarla Türkiye'yi Antalya Körfezi'ne hapsetmeyi hedeflemektedir. Bu yaklaşım, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'nin ruhuna ve uluslararası içtihatlara aykırıdır. Nitekim birçok uluslararası yargı kararında, adaların sınırlı etkiye sahip olduğu açıkça ortaya konmuştur. Dolayısıyla Yunanistan ve GKRY'nin hukuku bir denge aracı değil, siyasi bir enstrüman olarak kullanma çabası, tezlerinin meşruiyetini zayıflatmaktadır.

Çevrelenen Türkiye

İsrail'in Doğu Akdeniz'deki pozisyonu, büyük ölçüde enerji güvenliği ve stratejik derinlik arayışı üzerinden şekillenmektedir. Tel Aviv yönetimi, Doğu Akdeniz gazını Avrupa pazarlarına ulaştırma hedefiyle Yunanistan ve GKRY ile yakın bir ittifak geliştirmiştir. Ancak EastMed projesi hem ekonomik fizibilite sorunları hem de artan güvenlik riskleri nedeniyle fiilen askıya alınmış; bu hattın sürdürülebilir olmadığı açık biçimde ortaya çıkmıştır. EastMed'in çökmesiyle birlikte bu kez IMEC (Hindistan–Orta Doğu–Avrupa Ekonomik Koridoru) gündeme taşınmıştır. Ancak Türkiye'yi dışlayan enerji ve güvenlik mimarileri kurma stratejisi değişmemiştir. Yalnızca EastMed'in yerini IMEC'e bırakmıştır. Tüm bunlar, bölgesel iş birliği zeminini daraltmakta, Doğu Akdeniz'de istikrarsızlığı artırmakta ve İsrail'i gereksiz bir jeopolitik gerilimin tarafı hâline getirmektedir.

Bu çerçevede İsrail'in Doğu Akdeniz'de kurmaya çalıştığı iş birliği mimarisi, giderek enerji merkezli bir ortaklıktan çıkarak siyasi ve askerî bir düzleme taşınmaktadır. Tel Aviv, East Med ve IMEC gibi büyük projeler üzerinden Yunanistan ve GKRY ile kurduğu ilişkileri savunma, istihbarat ve güvenlik alanlarında derinleştirme yoluna gitmiştir. İsrail'in Güney Kıbrıs'ta artan askerî varlığı, ortak tatbikatlar, istihbarat paylaşımı ve hava–deniz unsurlarına yönelik iş birlikleri, bu dönüşümün somut göstergeleridir. Bu süreçte Türkiye, yalnızca rekabet edilen bir aktör değil, bilinçli biçimde dışlanan ve çevrelenmesi hedeflenen bir jeopolitik muhatap olarak konumlandırılmaktadır.

Bu doğrultuda İsrail'in yeni güvenlik stratejisi, Kıbrıs adasını ileri bir güvenlik ve lojistik platforma dönüştürerek Türkiye'ye karşı Kıbrıs'tan Yunanistan'a uzanan yeni bir çevreleme hattı inşa etmektir. Böylece Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki deniz gücü, savunma kabiliyeti ve diplomatik hareket alanı baskı altına alınmak istenmektedir. Bu yaklaşım, İsrail açısından kısa vadede Türkiye'yi dengelemeye yönelik bir kaldıraç üretse de uzun vadede Doğu Akdeniz'i daha sert bir güç mücadelesine sürükleme riskini barındırmaktadır. Zira Türkiye'yi siyasi ve askerî bir hedef haline getiren bu strateji, bölgesel iş birliği ihtimallerini zayıflatmakta; enerji, güvenlik ve istikrar başlıklarını çatışma eksenli bir jeopolitik denkleme mahkûm etmektedir. Bu nedenle İsrail'in Doğu Akdeniz'de izlediği bu genişletilmiş çevreleme siyaseti, bölgesel dengeleri istikrara kavuşturmaktan ziyade yeni kırılma hatlarının oluşmasına zemin hazırlamaktadır.

GKRY'nin stratejik zayıflığı

GKRY'nin durumu ise daha yapısal bir çelişki barındırmaktadır. Ada üzerindeki siyasi eşitliği yok sayarak Kıbrıs Türklerini dışlayan bir devlet yapısıyla AB üyeliği kazanması, Kıbrıs sorununu çözmek yerine dondurmuş ve kalıcılaştırmıştır. GKRY, AB üyeliğini bir kaldıraç olarak kullanarak Türkiye karşıtı politikaları Brüksel'e taşımakta; buna karşın AB, sorunun tarafsız bir hakemi olmaktan uzaklaşarak Rum tezleri etrafında konumlanmaktadır. Bu çerçevede Rum tarafının izlediği stratejinin, sorunu çözmekten ziyade daha da derinleştirdiği açıkça görülmektedir.

GKRY'nin AB üyeliği üzerinden kurduğu beklentiler, Türkiye'yi köşeye sıkıştıracak, Kıbrıs sorununu Rum tezleri doğrultusunda "zorunlu" bir çözüme evirecek bir kaldıraç üretmemiştir. Aksine AB, Kıbrıs meselesinde tarafsızlığını büyük ölçüde yitirerek Rum tarafının pozisyonlarını tekrar eden bir aktöre dönüşmüş; bu yaklaşım hem çözüm iradesini zayıflatmış hem de süreci kronik bir çıkmaza sürüklemiştir. Brüksel üzerinden inşa edilen bu siyasi hayaller, sahadaki jeopolitik gerçeklikler ve güç dengeleriyle örtüşmediği için zamanla etkisini yitirmiş ve suya düşmüştür.

Türkiye'ye karşı denge arayışına giren Rum tarafı, benzer bir stratejiyi bu kez İsrail üzerinden kurgulamaya çalışmaktadır. Ancak bu yeni denklemin temel farkı, Rum tarafının bu iş birliği içinde oyun kurucu değil, kırılgan ve ikincil bir unsur konumunda olmasıdır. İsrail merkezli güvenlik mimarisi, GKRY'yi stratejik bir ortak olmaktan ziyade işlevsel bir ileri platform olarak görmektedir; bu da Rum tarafını uzun vadede başkalarının güvenlik önceliklerine tâbi bir pozisyona sürüklemektedir.

Bu kırılganlığın farkında olan GKRY'nin son dönemde NATO üyeliğini gündeme taşıması da bu bağlamda okunmalıdır. AB'nin Ukrayna savaşı sürecinde sergilediği askerî ve stratejik zayıflık, Rum tarafında güvenlik endişelerini artırmış; Brüksel'in tek başına caydırıcılık üretemediği düşüncesi Rumları NATO şemsiyesine yöneltmiştir. Ancak burada da yapısal bir yanılgı söz konusudur. NATO, her şeyden önce kolektif savunma kadar ittifak içi güç dengeleri ve siyasi mutabakat üzerine kurulu bir yapıdır ve bu dengelerin merkezinde Türkiye yer almaktadır. Türkiye, NATO'nun güney kanadında vazgeçilmez askerî kapasitesi, stratejik coğrafyası ve operasyonel tecrübesiyle ittifakın en etkili aktörlerinden biri olmayı sürdürmekte; karar alma süreçlerinde sahip olduğu veto ve siyasi ağırlık sayesinde ittifakın yönelimlerini doğrudan etkilemektedir.

Bu nedenle hiçbir küresel veya bölgesel aktör, İsrail dâhil, kendi güvenlik önceliklerini bir kenara bırakarak Rum tarafının tezlerini ya da Kıbrıs sorununu NATO'nun merkezi gündemine taşıyacak bir risk üstlenmez. GKRY'nin NATO üyeliği arayışı, Rum tarafının iddia ettiği gibi otomatik ve mutlak bir güvenlik garantisi üretmekten ziyade, Türkiye'nin ittifak içindeki belirleyici rolü nedeniyle siyasi ve stratejik bir tıkanmaya mahkûm görünmektedir. Aksine böyle bir girişim, Kıbrıs sorununu çözüme yaklaştırmak yerine, NATO içinde yeni bir gerilim alanı oluşturarak Rum tarafının manevra alanını daraltma ve sorunu daha karmaşık hâle getirme potansiyeli taşımaktadır.

Gelinen noktada GKRY'nin izlediği çizgi, Kıbrıs'ta kalıcı çözüm üretmekten çok, başkalarının jeopolitik hesaplarına eklemlenerek kendi hareket alanını daraltan bir stratejiye dönüşmektedir. Sovyetler üzerinden yürütülen eski denge siyaseti nasıl ki sürdürülebilir olmadıysa, bugün İsrail eksenli güvenlik arayışı da Rum tarafını güçlü kılmaktan ziyade bağımlı ve ikame edilebilir bir aktör hâline getirmektedir. Bu gerçeklik, GKRY'nin Türkiye karşıtı blok siyasetiyle değil; ada içi siyasi eşitliği kabul eden, Kıbrıslı Türkleri dışlamayan ve bölgesel güç dengelerini doğru okuyan bir yaklaşımla hareket etmesi gerektiğini bir kez daha ortaya koymaktadır.

Türkiye'nin merkezi rolü

Türkiye açısından Doğu Akdeniz yalnızca enerji veya deniz yetki alanları meselesi değildir; bu alan, Kıbrıs'tan başlayarak Ege, Girit, Dedeağaç ve Levant hattına uzanan bir çevreleme stratejisinin parçası olarak görülmektedir. Yunanistan'ın ABD ve Fransa ile geliştirdiği askeri iş birlikleri, GKRY'nin İsrail'le güvenlik entegrasyonu ve İsrail'in Kıbrıs adası üzerinde artan nüfuzu, Ankara'da haklı bir stratejik hassasiyet yaratmaktadır. Bu tablo, Türkiye'yi pasif bir izleyici olmaktan çıkararak deniz gücü, savunma sanayii ve diplomatik hamleler üzerinden daha proaktif bir pozisyona itmiştir.

Türkiye'nin Libya, Suriye ve Mısır'la geliştirdiği çok boyutlu ilişkiler, Ankara'nın Doğu Akdeniz'de benimsediği proaktifve denge kurucu yaklaşımın somut bir yansımasıdır. Bu adımlar, İsrail–Yunanistan–GKRY ekseninin çizdiği maksimalist haritaları ve kurmaya çalıştığı dışlayıcı güvenlik mimarisini hem fiilen hem de hukuken geçersiz kılan niteliktedir. Türkiye bu hamlelerle Doğu Akdeniz'de yalnızca pozisyonunu tahkim etmekle kalmamış, oyunu yeniden kuran ve kuralları yeniden tanımlayan bir aktör hâline gelmiştir. Buna paralel olarak Ankara, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin hak ve çıkarlarını uluslararası platformlarda daha görünür kılarak, Kıbrıs meselesinde iki devletli çözüm perspektifini sahadaki gerçekliklerle uyumlu, rasyonel ve sürdürülebilir bir alternatif olarak öne çıkarmaktadır.

Sonuç olarak, İsrail, Yunanistan ve GKRY'nin Türkiye'yi dışlayan jeopolitik mimarileri, kısa vadeli taktik kazanımlar üretse de uzun vadede sürdürülebilir değildir. Bölgenin istikrarı, enerji güvenliği ve deniz yetki alanlarında adil paylaşım, Türkiye'nin dışlandığı değil merkezde yer aldığı bir dengeyle mümkündür. Doğu Akdeniz'de kalıcı çözüm, maksimalist haritalar ve blok siyasetiyle değil; coğrafya, hukuk ve güç dengelerinin birlikte dikkate alındığı gerçekçi bir jeopolitik anlayışla sağlanabilir. Bu bağlamda Türkiye, karşı cephelerin iddialarını sınırlayan değil, bölgesel düzeni yeniden tanımlayan asli aktör konumunu korumaktadır.

Yorum Analiz Haberleri

Bangladeş’te devrim sonrası bastırılamayan öfke
Rezan Epözdemir’in MASAK raporu: Milyon dolarlar havada uçuşuyor
Trump’ın Venezuela hamlesi ne kadar ileri gider?
Bireysel selamet söylemiyle çözülen cemaat bilinci
Pentagon’un başındaki Amerikan Haçlısı: Pete Hegseth