Solun ve Perinçekgillerin Patolojik Hali!

SİNAN ÖN

Sol’un ülkemizdeki en belirgin nitelikleri otoritarizmi ve popülizmidir. Özellikle örgüt içinde! Maoculuk ise bu konuda, Sol’da rakipsiz! Komünizimde “kişiye tapma” kültlerinin en aşırısı Mao’ya ait! Terörün, zulmün ve zorbalığın; en keyfi ve herhangi bir hukuk anlayışı ile sınırlanmamış biçimleri, “Kültür Devrimi” sırasında yaşanır.

İşte bu yüzden, Türkiye’de komünizmin çöküşünün ardından en hızlı ve en kapsamlı Faşistleşmeyi Maocular yaşadılar. Zaten kodlarında varolan anti-emperyalizm üzerinden; “milliyetçilik, devletçilik, köylücülük” gibi nitelikleriyle, Üçüncü Dünyacılık ve Atatürkçülük köprüsünden geçerek Ergenekon’a intikal süreci hiç de zor olmadı!

Solun “lider fetişizmi” yanında bir de “emekçi fetişizmi” var. Bu ikili fetişizmin kökleri, daha eskilere dayanmakla birlikte, 1960’lardan sonra Türkiye İşçi Partisi ile yayılır. Örneğin Mehmet Ali Aybar, 12 Mart’ta idamlara ve işkencelere karşı çıkmakla birlikte, TİP genel başkanlığı zamanında astığı astık, kestiği kestiktir.

Solun gelgitleri, tenakuzları, çelişkilerine geçmeden önce, “değişmeyen tek gerçeği”nide hatırlamak lazım. O da İslam ve Müslümanlara karşı olan kin ve düşmanlığı! Örn. başörtüsüne özgürlüğü, özgürlük sorunu saymamak, ulusalcıların saldırıları karşısında hukukun zedelenmesine aldırmamak, onlar için sıradandı. Bu duruma; “yiyin birbirinizi” tarzında “tarafsız!”, “Özgürlük dininin yobazları” şeklinde “akademik!”  ve “Heryerkon” gibi istihza içeren ucuzluklara yaklaşmak Sol’un hanesine yazıldı!

Solun yine belirgin özelliklerinden birisi tepeden inme “devrim” hayalidir. Stendhal’ın Kırmızı ve Siyah’ındaki Julien gibi; bir önceki devrimi kaçırdığına hayıflanan ya da bir sonraki devrimi özleyen “damardan devrimci” kuşaklar, hep bu hayal ile yaşarlar!

Edmund Burke; “Fransa’da Devrim Üzerine Düşünceler” isimli risalesinde, ihtilalin astarının yüzünden pahalı olabileceği fikrini öngörmüştü. Buna karşılık Sol; milletin, halkın veya daha özelde işçi sınıfının, kapitalizm altında her Allah’ın günü çektikleri şiddet ve zulmü gerekçe göstererek;  devrimle ortaya çıkacak şiddet ve kan dökümünü küçümsediler. Gelecekten “bekledikleri uğruna” bu yolu kısaltmak adına, bu bedele rahatlıkla katlanılabileceğini savundular.  Oysa bu onların en büyük yanılgısıydı! “Tarihin yönünü” bildikleri yanılgısı! Ne var ki tarihin ırmağı, belli bir nehir yatağından akmıyordu!

Buradan itibaren bu patolojik halin mücessem haline geçebiliriz. Dünün “İşçi Partisi” bugünün “Vatan Partisi”nin tarihsel şefine!  Egosu icabı, her zaman onun durduğu yerdir en doğru olan! Önceki Maocu Komünist devrimciliği ile sonraki “ulusalcı darbeciliği” de kesintisiz bir bütünlük içindedir bu yüzden! Belki de biz onu anlayamıyoruz kimbilir? 1990’ların ortalarında aldığı keskin dönüş ilkeseldir belki de?

Bu şahıs Doğu Perinçek! 2009’da Ergenekon davasından yargılandı. “Darbe çağrısı” niteliğindeki savunmasını, İP web sitesi “Sayın Perinçek’in tarihi savunması” olarak manşete taşımıştı! Şimdi birileri “adam ne kadar da haklıymış” diyerek, “son darbecilerin şerrinden”  kanatlarına sığınyor!

Ergenekon savunması ilk değil Perinçek’in.  12 Mart’ta bir komünist olarak siyasi savunma yapıyor, 12 Eylül’de bu kez savunmasını, “militarizme ve darbeciliğe karşı” çıkmak üzerine oluşturuyor! Sorumuz şu; 25 yıl sonra ne değişiyor da, yine siyasi bir savunmada, bu sefer sonuna kadar militarist, şoven, darbeci, düpedüz faşizan, bir ideolojiyle karşımıza çıkıyor?

2007 sonlarında, Sırp kasabı Miloşeviç’in sokak lideri Seselj de Lahey’de yargılandı. Savunmasında; “İdeolojisi için kendini feda etmesine olanak tanıyan” mahkemeye şükranlarını sunuyor, idam cezası olmadığı için hayıflanıyordu! İdam olsaydı; “gururla, vakarla, dostum Saddam gibi başımı dik tutarak ölebilecektim!” diyordu!

Bu paragrafı konu dışı sanmayın, aksine tam da konunun ortasında. Aynı süreçten geçen tipler bunlar. Bir zamanların komünistleri, şimdinin ulusalcıları bunlar. Birbirlerine hayran birbirlerinin izdüşümleri! Düşünsenize Saddam gibi bir zalimle dayanışan kafa yapısını! Miloşeviç, Seselj, Saddam, Perinçek! Bu dörtülünün yanında sizce kim eksik? Perinçek için, Sırp vahşilerin Bosna’da, Kosova’da Müslümanlara yaptıklarının hiçbir önemi yok!  İşte bu yüzden Esed gibi bir caniyi “kahraman” olarak görmesini yadırgamamak lazım! Çünkü o da aynı ideolojinin bir çocuğu!

Perinçek Miloşeviç gibi bir canavarın, su katılmadık bir Sırp Faşistinin etnik soykırımını, insanlığa karşı işlediği bütün suçları destekleyebiliyor! Çünkü Miloşeviç “vatanını savunuyor!”  İşte size mis gibi gerekçe “vatan Savunması!”  O zaman Esed gibi bir vahşinin, Türkiye mümessili olarak çalışılabiliyor!

Böylece herhangi bir etnik temizlik, katliam ve cinayet için gösterilecek bu ideolojik gerekçe yeterli oluyor. Vatan savunması denilince akan sular duruyor. İşkence işkence olmaktan, yargısız infaz yargısız infaz olmaktan, soykırım soykırım olmaktan çıkıyor! Aslında insan, insan olmaktan çıkıyor!

Bu arada kimin, hangi sınıfların vatan-millet anlayışından bahsediyoruz? Ne tür bir ideoloji, vatanın etnik temizlik yoluyla savunulmasını kabullenir? Sormazlar mı, dün sokaklarda bağırdığın “halkların kardeşliği” söylemine ne oldu? Sorarlar da, utanan kim? İnsan bu şahsı irdeleyince “tiksintisiyle savaşıyor!” ama çare yok!

Şimdi bu Perinçek için “boyun eğmedi” teraneleri düzenler var. Hannah Arendt; “Boyun eğmemek başlı başına bir erdemse, Hitler’de hiç boyun eğmememiş, sürekli meydan okumuştu!” diyordu. Ama adam, kuyruğu dik tutmasının ödülünü fazlasıyla alıyor mu, alıyor. Bir hürmet, bir hürmet değmeyin gitsin! En “Müslüman” gazetelerden bile! Sanırsın adam “beklenen Mehdi!” Bu da ayrı bir trâvma!

Bahse konu olan kişiyi tarif et deseler, şöyle bir tanım çıkıyor. Kendi kişiliğiyle özdeşleşmiş bir mîsyon hissi; mutlak epistemolojik özgüven; her söylediğine yüzde yüz inanarak konuşmak! (kırk defa çizgi değiştirmiş olsa bile) Herşeyi değiştirebileceğine, bütün engelleri yıkıp geçebileceğine gözü kara inanç! Kayıtsız şartsız itaat talebi! Enerji ve aksiyon fetişizmi; otorite ve buyurganlık yayan özel bir beden dili! Buna eşlik eden canhıraş, çığrından çıkmış bir söylem dili ile aşırılığa ve akıldışılığa davet!

Perinçek şimdi çok daha radikal, çok daha fütursuz. Bugünkü ulusalcı, militarist, darbeci, şoven, Kürt düşmanı tavrında kararlı! Bu duruşun geçmişteki çizgisiyle tezadını ise yok sayıyor. Ona göre bütün hayatı hep aynı, uyumlu, çelişkisiz, sarsılmaz bir “devrimcilik” ekseninde gelişmiş! Oysa mazisiyle, hali arasında korkunç tezatlar söz konusu. Belki bu tezatların küçük bir kısmını politik çizgi değişikliği ile açıklayabiliriz. Ama küçük bir kısmı o kadar!

Perinçek 90’larda ne olduysa oldu, aniden çizgi değiştirdi. Bugün dedi (tekrar) baş düşman ABD emperyalizmidir ve ona karşı çıkan tüm güçler “milli cephe”dir. Bu dönüş onu Veli Küçük’le ittifaka götürmekle kalmadı, geçmişte en tutucu, en donmuş saydığı devlet ideolojisine; Türk ırkçısı, Orta Asyacı ve militarist boyutlarıyla iltihakını beraberinde getirdi.

Eski Yunan mitolojisinde “hubris” diye bir kavram var. Kudretli kişilerin kurbanlarını aşağıladığı tavır ve davranışları ifade eden! Zamanla Batı dillerine; dayanılmaz kibir, aşırı özgüven, herkese tepeden bakma, ya da küstahlık, en temel ahlak kurallarına meydan okuma, anlamlarıyla girmiş! Bir kavram, bir insanı ancak bu kadar isabetli tanımlayabilir sanırım!

Perinçek’in 12 Mart öncesinde “Kıvılcımlı’nın Burjuva Ordu ve Devlet Teorisinin Eleştirisi” ve 70’lerin ortalarında “Bozkurt Efsaneleri ve Gerçek” isimli kitapları var. Bu kitaplar, Perinçek’in toplu eserler listesinde duruyor. Ancak web sitelerinde bunlardan neredeyse hiç söz edilmiyor! Bunun yerine, yeni “tarihsel ve arkeolojik” verilerden beslenen, kültürel bir Türkçülük ve Orta Asyacılık almış başını gidiyor. Dergilerinde şu veya bu “kurgan” kazısının, Türklerin “eski” ve “köklü” mazisini bir kere daha kanıtlayan, Göktürklerin veya diğer bozkır imparatorluklarının “haşmet”li tarihini öven yazılara sıkça rastlanıyor.

Bununla birlikte Perinçek’in kendisini hep “en tutarlı” çizgide görmesi, ortada çok açık ve büyük bir kopukluk ve devamsızlık olmasına rağmen onun “devamlılık iddiası” acaba bizim bilmediğimiz “başka türlü bir devamlılık mı var?” sorusunu akla getirmiyor, değil! Ama biz aleni olanlarla yetinelim!