Sol ve toplum

Etyen Mahçupyan

Klasik sol literatürde toplum önemli bir yer tutar.

Sınıfların üzerinde yoğunlaşılması, toplumun hangi kesiminin ilerici olduğunu göstererek siyasetin çizgisini belirlemesi açısından önemlidir. Ama sol bir analiz toplumun diğer sınıflarını görmezden gelmez, aksine o kesimin niçin yenilgiye mahkum olduğunu kuramsallaştırarak açıklar. Böyle bakıldığında toplumla irdeleme ve yönlendirme amaçlı ilişki kurmayan bir hareketin sol birikimle bağı da kuşkuludur. Ama öte yandan sol çok kolaylıkla mücadeleden vazgeçip kabuğuna çekilen bir yaklaşımı ima eder. Çünkü devletin apaçık ve mutlak olarak toplumdan bağımsız ele alınabileceği durumlar hariç, muhatap alınan toplumun sistemle organik bir bütünleşme içinde olduğu açıktır. Ayrıca ne ilerici ne de gerici sınıfların kendi içinde yeknesak olmadıkları, bu çeşitliliğin sömürü hesaplamalarını epeyce biçimsel hale getirdiği de bellidir. Diğer bir deyişle sol, toplumu kuramın ışığı altında kesip biçer, böler ve bütünleştirir. Böylece idealize edilmiş bütünsellikler üreterek, bunlara toplumsal aktör muamelesi yapar. Oysa ortada bir amaç ve yöntem birlikteliği yoktur...

Bu durum solun en parlak dönemlerinin niçin büyük çatışma süreçleri olduğunu açıklar. Çünkü bu dönemler toplumların gerçekten de tahkim edilmiş gruplara bölünmesini ifade eder ve grup içi farklılaşmaları ikincil kılar. Bugün Türkiye'de sol için Kürt meselesinin cazibesi budur... Devlet karşısında Kürt olmanın, farklı Kürtlerin varlığı gerçeğini anlamsızlaştırdığı bir çatışma durumu... Dolayısıyla sol bu 'esas' çatışmanın yükselmesine, dolayısıyla şiddet kullanımına taraftır. Ahlaki açıdan şiddetin kınanması ile siyasetin şiddetten beslenmesi bir çelişki gibi algılanmaz, çünkü 'şiddet' kategorik olarak sistemin, 'ötekinin' niteliğidir.

Bu yaklaşımın en kritik özelliği gerçek toplumun teoriye göre hareket etmesi, teori içinde anlam bulması beklentisidir. Gerçeklik buna uymadığı ölçüde hayal kırıklıklarının yaşanması ve kabuğuna çekilme dönemlerinin gelmesi beklenir ve nitekim dünya deneyimleri bunun yığınla örneğini sunar. Ancak asıl mesele toplumsal dinamiği böylesine önemseyen bir ideolojik tutumun, nihayette toplumla bağ kuramayacak hale gelmesi, toplumu ancak sınıfsallaştırarak veya cemaatleştirerek benimseyebilmesi ve sonuçta topluma bir bütün olarak yabancılaşmasıdır.

Solun tarihi bize toplumla ilişki kurmak üzere heveslenen ama başarısız kalan eylemcileri örnek verirken, aslında solu aklar da... Toplum henüz yeterince bilinçlenmemiştir, doğanın yasalarını kavramakta acizdir... Dolayısıyla bir kerteden sonra toplumla ilişki kurmayan solcuyu da anlayışla karşılarız. Aslında ilişki kurmak isteyen ama toplumun zaafları nedeniyle ilişki kuramayan solculara sempati duyarız. Oysa bu yüzeysel durumun altında başka bir gerçeklik yatar: Sol toplumla ilişki kurmayı sağlayan bir ideolojiye sahip olmadığı için bu bağı kuramamaktadır. İdeoloji geçmişten geleceğe tüm gerçekliği kavradığı ölçüde, ideolojiye hakim olan solcu da 'bilen' durumundadır. Dolayısıyla toplumla ilişki aslında bir külfet, bir fedakarlıktır, çünkü solcuyu kendisinden daha az bilinçli birileri ile karşı karşıya getirir. Bunun anlamı solcunun topluma anlamak üzere değil, ne olduğu zaten belli olan toplumu kendi mensuplarına tanıtmak üzere yaklaşmasıdır. Kısacası sol toplumla ilişki kurmayı araçsallaştırdığı ölçüde, onunla ilişki kuramaz.

Otoriter zihniyet bu noktada net bir biçimde açığa çıkar: Solcu kişi kendisini sıradan insanlar karşısında kategorik bir üstünlük içinde bulur ve bu üstünlüğünün karşılığını siyaseten alma hakkına sahip olduğunu düşünür. Yabancılaşmayı kaçınılmaz kılan bu tutum, Türkiye'de ilave bir unsur sayesinde çok daha pekişmiş ve toplumdan kopukluğu vahim bir noktaya sürüklemiştir: Solcunun kendisini üstün görmesinin nedeni, gerekli zihinsel dönüşümü gerçekleştirmiş ve özgürleşmiş olduğuna inanmasıdır. Bu bağlamda laiklik bir kamusal alan düzenlemesi değil, kimlik üreten ve iktidar alanı yaratan bir nitelik haline gelir ve Türkiye'deki solun başlıca kurucu unsurlarından birini oluşturur. Hele sınıfsal açıdan geri olan toplumsal kesimlerin, bir de ayrıca zihniyet olarak geri olduğu teşhisi yapılmışsa solcunun toplumla ilişki kurmak için neredeyse hiçbir nedeni kalmaz. Bu geri kesimin çoğunluk olduğu bir ülkede solun topluma yabancılaşması ve marjinalleşmesi neredeyse bir 'kader' olarak algılanır ve bu durum mağduriyeti artırdığı gibi, apolitik konumda sıkışıp kalmış olmayı da 'bilimsel' olarak açıklar.

Türkiye'deki sol kendisini ta baştan itibaren, genel olarak toplumdan ve özel olarak İslami kesimden hem bilişsel hem de kültürel olarak üstün gördü. Bunun bizatihi otoriter bir tavır olduğu ve sistemin içerdiği şiddeti mümkün kıldığı idrak edilmedi. Mücadele edilen devlete gerçekte ideolojik payandalık yapıldığı anlaşılmadı. Değiştirilmesi gereken gerçeklik, böylece solu kendisine uydururken, sol müesses nizamın elinde araçsallaştı. Bu nedenle bugün 1 Mayıs'ın devrimcisi ile devletin provokatörünü birbirinden ayırmakta zorluk çekiyoruz.

ZAMAN