Sızıntıdan medet umanlar

Mâlûm “sızıntı”dan henüz (bu “henüz”ü ihmal etmemeli herhalde) dişe dokunur bir şey çıkmadığı değerlendirmemi koruyorum; konuyu ele alanların çoğu da öyle düşünüyor galiba. Bundan sonra, ne çıkar, bilemem, hep birlikte göreceğiz, ama çıkan “bilgi”den çok; “çıkış” biçimi ilginç ya da önemli. Gene de, bunun öyle yeni çığır açan bir olay olduğunu düşünesim gelmiyor. Bu oldu diye dünya bilinen diplomasi pratiğini değiştirmeye niyetlenmeden önce kriptolarına ulaşmanın önünü kesecek tedbirler almayı düşünecektir. Öte yandan, bütün bu teknolojik gelişmenin, uzun vadede farklı bir dünyanın olabileceğini haber verdiği de doğru. “Bilgisayar” dediğimiz bu âlet, şimdiki aşamada, hükümetlerin, devletlerin son derece ağır blokuna karşı bireyi, bireyleri güçlendiren etkiler üretti. Bu, izlenmesi ve işlenmesi gereken bir çizgi.

Ben bugün WikiLeaks’in kendisinden değil, burada yarattığı bir sonuçtan söz edeceğim: Başbakan’ın İsviçre hesapları ve Kılıçdaroğlu davranışından. Bu “banka” iddiasının sahibi şimdilik Edelman gibi görünüyor, ama onun iddiasının bir kaynağı var mı, varsa nedir, bunları henüz bilmiyoruz, kolay kolay da öğrenemeyiz herhalde. Ne var ki, Edelman’ın kendisi hakkında fikrimiz var. Ben şahsen iki kere yüz yüze geldiğimizi hatırlıyorum: birinde sivil toplum temsilcileriyle tanışmak, ikincisinde gene kalabalık bir gruba Bush’un Ortadoğu Projesi hakkında bilgi vermek istemişti (“bilgi vermek”ten çok “iyidir, destekleyin” demek). Neo-Con tutumlara angaje bir kişi olduğunu biliyoruz. Buraya gelmeden önce öyleydi, ayrıldıktan sonra da o ekip içinde çalışmaya devam etti.

Neo-Con’ların dünya görüşünü de yeterince biliyoruz. Türkiye’yi kendi askerleri olarak gördükleri için askerin Türkiye’de güçlü olmasını isterler. Amerika’da “askerî darbe” özleyebildiklerine göre Türkiye’de böyle bir şeyi pekâlâ destekleyebilirler vb. Ayrıca, AKP hükümetine (yani aslında bu partinin kendisine) hiçbir sempatileri yoktur.

Ama Edelman’ın bu “İsviçre bankaları” iddiası en büyük etkiyi Kılıçdaroğlu’nda yarattı.

Türkiye “seçim ortamı”na girdi. Bu belki fazla bir şey değiştirmiyor, yani bu ülkenin bir partisi, öbürü aleyhinde kullanacağını düşündüğü bir şey buldu mu, “seçim ortamı” olup olmadığına aldırmadan onun üstüne atlar. Ama “seçim”, ne olsa, her şeyin olduğundan biraz daha keskinleştiği bir atmosfer yaratıyor.

Böylece, Kılıçdaroğlu da bu iddianın üstüne atlıyor ve “olmadığını kanıtlasın” yollu taleplerde bulunuyor.

“Bizde siyaset böyledir, tabii yapacak” türünden açıklamalar bana pek inandırıcı görünmüyor. Özellikle de, AKP’nin öteki rakipleri böyle davranmayınca. MHP hakkında ne tür bir sempati beslediğimi tahmin edersiniz; ama MHP “Biz birbirimizi Amerikalı diplomatların yazışmalarından öğrenecek değiliz” diyebiliyor. Bunu, yabancı düşmanı politikasına bağlı kalmak için yapıyordur, şudur budur, çok önemli değil, buna tenezzül etmiyor. Ayrıca, CHP “yabancı düşmanı” değil mi?

Ama Kılıçdaroğlu’nun “tenezzül etme, etmeme” tercihleri yok. “Bunu elime alayım mı, almayayım mı?” diye bir değerlendirmesi yok. Gördüğü “koz”un üstüne atlamasına engel olacak bir akıl süzgeci belli ki yok.

Beni bundan da fazla olumsuz etkileyen olay, Kılıçdaroğlu’nun hasta olan genç kadını ziyarete gitmesi olmuştu; TV’den de seyretmiştim o ziyaretin görüntülerini. Herkes pek bir memnun kalmıştı bundan. Bense bu “siyasî reklam”dan ta içinden tedirgin olmuştum. Bir kongrede Deniz Baykal’ın dumanlar arasında bir merdivenden inerek gelmesi mizanseninden farkı pek yoktu –tabii bu komikti, Kılıçdaroğlu’nun ziyareti komik değildi.

Çevremiz, Kılıçdaroğlu’nun başında bulunduğu CHP’den mucizeler bekleyen arkadaşlarla dolu.

Kılıçdaroğlu ve onun çevresinde derneşen CHP’liler ise ne yapabilecekleri konusunda yeterince fikir veriyorlar.

Onların verdiğini almaya, sonra da bu aldığınıza “sol” demeye razıysanız, mesele yok. “Alan razı, veren razı” deyimiyle anlatılan durumlardan biri.

TARAF