Silahsız PKK, Silahlı PYD: Öcalan devletle satranç mı oynuyor?

M. HASİP YOKUŞ

Türkiye’de Kürt meselesi gündeme geldiğinde bakışların çevrildiği yer, Suriye sahasıdır. Çünkü PYD’nin politik tercihleri ve sahadaki duruşu, yalnızca Suriye’deki güç dengelerini değil, Türkiye’nin barış arayışını da doğrudan etkileme potansiyeli taşımaktadır. Bu nedenle çözüm ve kardeşlik yönünde atılan adımların sahiciliğini test etmek için, öncelikle Suriye’de bu meselenin bir izdüşümü olarak PYD’nin tutumuna bakmak gerekir. Zira PKK ve PYD’nin sahadaki stratejik çizgisi, hem Türkiye’de hem Suriye’de barış çabalarının seyrini belirleyen temel değişkenlerden biri hâline gelmiştir. Özetle bu sorun, artık bölgesel dengeler ve uluslararası hesaplarla iç içe geçmiş bir nitelik taşımaktadır.

Bahçeli’nin DEM Parti milletvekilleriyle tokalaşmasıyla başlayan ve beş ay sonra Öcalan’ın PKK’nin silah bırakıp kendini feshetme çağrısıyla yeni bir safhaya taşınan süreç, kamuoyunda ciddi bir iyimserlik yaratmıştı. Çünkü bu sorunun direk veya dolaylı muhatabı konumundaki aktörlerin süreci işletme tarzlarındaki ciddiyet, kullandıkları özenli ve yapıcı dil, sergiledikleri kararlı ve kendinden emin tutumları göz önünde bulundurulduğunda; meselenin “devlet katında” belli bir kıvama ulaştıktan sonra toplumun gündemine taşındığı izlenimini uyandırmıştı.

Kamuoyunun süreci bu şekilde anlaması son derece doğal. 2013 yılında büyük bir coşkuyla başlatılan çözüm süreci, PKK’nin Suriye’de PYD aracılığıyla elde ettiği kazanımları koruma isteği yüzünden akamete uğramıştı. Aradan 12 yıl geçmesine rağmen, süreci yeniden başlatan aktörlerin, geçmiş tecrübelerden yeterince ders çıkarmadığını düşünmek safdillik olurdu.

Elbette sürecin doğasında riskler ve olası yol kazaları her zaman vardır. Ancak çözüm iradesi güçlü ise bu aksaklıklar çoğu zaman tali mevzulardır. Fakat burada esas soru şudur: Artık bu sürecin nirengi noktası haline gelen Rojava sorununu görmezden gelerek sahici ve kalıcı bir çözüme ulaşmak mümkün müdür?

PKK’nin silah bırakması her açıdan olumlu ve desteklenmesi gereken bir adımdır. Türkiye’de barış, adalet ve kardeşlik arayışları, PKK-PYD’nin ideolojik sabiteleri ve Batı-İsrail destekli kuşatma stratejilerine rağmen hayati önemdedir. Ancak kritik olan nokta şudur: PKK’nin silah bırakması, yapısal bir çözümün ve sürdürülebilir toplumsal uzlaşı zemininin inşasına katkıda bulunuyorsa anlam kazanır. Aksi hâlde hem Türkiye’de hem Irak Kürdistanı’nda tıkanıklıkla yüz yüze kalan örgütün, Suriye’deki kazanımlarını tahkim etme mukabili silah bırakmasının hiçbir anlamı olmaz.

Sorunun tespiti ve çözüm arayışlarını yürütmek üzere kurulan Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu, disiplinli ve ciddi bir biçimde çalışmalarını sürdürürken, Suriye sahasında işler giderek daha karmaşık bir hâl alıyor. Yolunda gitmeyen ciddi terslikler, cevapsız kalan sorular var. Türkiye’deki çözüm iradesi ne kadar güçlü olursa olsun, Suriye’deki aktörlerin tutumundaki çelişkiler ve PYD-PKK hattındaki sertleşen söylemler, bu çabaların sürdürülebilirliğini şüpheli hâle getiriyor.

Devlet ve Öcalan aynı masada ne konuşuyor?

Öcalan, çözüm sürecinde başından itibaren hem barış dili kullanıyor hem de örgüt tabanına dönük farklı mesajlar veriyor. Hatırlanacağı üzere, 2013 yılı Newroz Bayramı’nda kaleme aldığı mektupta, Ortadoğu ve Orta Asya halklarının tarihsel olarak karşı karşıya bırakıldığı baskı ve müdahalelere dikkat çekmişti: “Batılı emperyalist müdahaleler, baskıcı ve inkârcı anlayışlar, Arabi, Türki, Farisi, Kürdi toplulukları ulus-devletçiklere, sanal sınırlara ve suni problemlere gark etmeye çalışmıştır… Sömürü rejimleri, baskıcı ve inkarcı anlayışlar artık miadını doldurmuştur… Ortadoğu ve Orta Asya halkları artık uyanıyor, kendine ve aslına dönüyor. Birbirlerine karşı kışkırtıcı ve köreltici savaşlara ve çatışmalara dur diyor.”

Benzer bir perspektifi, 25 Şubat 2025 tarihinde PKK’nin silah bırakma ve kendini feshetme çağrısını içeren mektubunda da görüyoruz. Bu mektupta Öcalan, Kürt-Türk ilişkilerini bin yılı aşkın bir tarihsel bağlamda ele alıyor ve mevcut kırılganlığı şöyle açıklıyordu: “Kürt-Türk ilişkileri; 1000 yılı aşan tarihler boyunca Türkler ve Kürtler, varlıklarını sürdürmek ve hegemonik güçlere karşı ayakta kalmak için gönüllülük yönü ağır basan, hep bir ittifak içinde kalmayı zorunlu görmüşlerdir… Kapitalist modernitenin son 200 yılı, bu ittifakı parçalamayı esas gaye edinmiştir. Günümüzde çok kırılgan hâl alan tarihsel ilişkiyi, kardeşlik ruhu içinde, inançları da göz ardı etmeden yeniden düzenlemek esas görevdir… Aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu olan ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır.”

Aynı Öcalan Bayram münasebetiyle kendisini ziyaret eden yeğeni Ömer Öcalan aracılığıyla:  “Suriye’deki merkezi hükümete çok tepkili olduğunu belirtebilirim. Nusayri Alevilerine yapılanları sert bir şekilde eleştiriyor. Kadınların, kızların, çocukların öldürülmesinin IŞID yöntemi bir katliam olduğunu söyledi. Bunun karşısında net bir tavır ortaya koydu. Dürzilerin de, Nusayri Alevilerin de bir sistem kurması gerektiğini ve bu sistemlerin Kürtlerin kurduğu sistemle eşgüdümlü bir şekilde hareket etmesi gerektiğini belirtti. Bu üç yapının da birbirleriyle ilişkili olarak kendilerini korumaya almaları” yönünde telkinlerde bulunmuştu.

Son olarak, İmralı Heyeti’nin önemli isimlerinden DEM milletvekili Pervin Buldan’ın: “Öcalan, Rojava’yı kırmızı çizgisi olarak görüyor.” Şeklindeki ifadesiyle işler iyice sarpa sardı. Dejavu yaşıyor gibiyiz.

Devlet, PKK ile on yıllardır büyük bedeller ödenerek süren ve bugün artık silahsızlanma ve fesih aşamasına yaklaşan mücadelesinin, Suriye sahasında örgüt lehine bir “askeri/idari teritoryal kazanıma” dönüşmesini bir kırmızıçizgi olarak görmüyor mu?

Merakımı bağışlayın ama devlet bu süreçte, örgütün bütün alt müştemilatlarıyla söz ve düşünce birliği içinde “irademiz” diye tanımladığı Öcalan’la Suriye’nin geleceğini hiç masaya yatırmadı mı? “kırmızı çizgi” sahibi bu iki aktör, -yani Devlet ve Öcalan- kapalı kapılar ardında bir birleriyle Suriye’yi konuşmadılarsa ne konuşuyorlar? Suriye gündeme gelmiyorsa, Öcalan’ın kapısını açmanın anlamı ne?

Dış aktörlerin gölgesinde çözüm arayışı

Sürecin başlangıcında, hem devlet hem PKK hem de toplum nezdinde güçlü bir umut dalgası hâkimdi. Ancak Öcalan’a atfen yapılan son açıklama, tansiyonu ciddi şekilde yükseltti. Sadece Öcalan da değil; Kandil, DEM ve PYD içindeki aktörlerin tamamı gerçekçilikten uzak ve yapıcı olmayan bir dil kullanıyor ve bu dil gün geçtikçe sertleşiyor.

Sertleşen bu dili: “Ben saf biri değilim ve Suriye'de kiminle uğraştığımızı çok iyi biliyorum.” diyen Netanyahu’nun ve “YPG artık PKK ile ilişkili değil, Amerikan müttefikidir.” diyen Tom Barrack’ın, ifadeleriyle birlikte değerlendirmek gerekiyor.

ABD ve İsrail gibi aktörlerin bölgeye yönelik stratejik hesapları, kurdukları ittifaklar ve vekil güçler üzerinden oluşturmak istedikleri nüfuz alanları, Suriye sahasında olduğu gibi Kürt meselesinin seyrini de doğrudan etkiliyor. Bu durum yalnızca sahadaki dengeleri bozmakla kalmıyor; barış çabalarını da zora sokarak Türkiye’nin güvenliğini ve Ortadoğu’nun huzur ve istikrarını tehdit eden bir sonuç ortaya çıkarıyor.

Sonuç olarak; PYD’nin Suriye’deki tutumu, PKK’nin silah bırakma politikasıyla uyumlu olmadığı sürece gerçek bir barış sağlanamaz. PYD’nin ABD ve İsrail gibi aktörlerle kurduğu ilişki tarzı, sürecin kırılganlığını artırmaktadır. Öcalan’ın ve PKK’nin bu hassasiyeti gözetmeyen silahsızlanma ve fesih çağrıları, yalnızca örgütün yeni bir taktiksel dönüşümü olmaktan öte bir anlamı olmayacaktır. Zira barış ve kardeşliği hedefleyen çözüm, Türkiye’nin iç güvenlik sorunlarının ötesinde, bölge ve tarihsel ilişkilerin bütününü gözeten bir anlayışla ele alınmadıkça hep eksik kalır.