Dersim Katliamı, devletin mühendislik projesinin bütün bir toplumu silindir gibi ezmeye dönüştüğü, bunun yanı sıra devletin bu mühendislik hevesinin kendi halkına karşı ne kadar acımasızlaşabileceğini gösteren ibretlik bir olaydır. Aynı zamanda Türkiye’nin terakki ve muasırlaşma serüveninin bedelini en ağır şekilde ödeyen topluluklardan birinin yaşadığı zulmün trajik bir hikâyesidir.
Dersim bölgesinin kültürel özgünlüğü, dağlık coğrafyası ve kendi içinde yüzyıllara dayanan kurulu sosyolojik yapısı Ankara’nın gözünde ıslah edilmesi gereken “problemli” bir yapı olarak kodlandı. Bu kodlamanın sonucu olarak Dersim’e yönelik neredeyse topyekûn bir imhaya varan bir katliam gerçekleştirildi.
1935 yılında Tunceli Kanunu çıkarılarak özel idare kapsamına alınan Dersim’de takip eden süreçte yoğun askeri harekâtlar, köylerin yakılması, sivillerin öldürülmesi ve nihayetinde Seyit Rıza ve diğer bazı aşiret liderlerinin tutuklanıp idam edilmesinden sonra harekât başarıyla tamamlanmış oldu.
Devletin resmî literatürü bu katliamı eşkıyalığa ve otoriteye başkaldırıya karşı “tedip ve tenkil harekâtı” şeklinde tanımlarken, Dersimlilerin hafızasında; yiten canların, kaybolan çocukların ve cesetlerle dolu mağara ve derelerin hikâyesinden başka bir şey kalmadı.
Seyit Rıza’nın “Evlad-ı Kerbelayık. Bi hatayık. Ayıptır, zulümdür, cinayettir.” itirazlarına aldırış etmeden; idam sırasında asılma sırasını beklerken “kırk beş liram ve saatim vardır, bunu oğluma verin” dediğinde ise “Onu da asacağız” cevabıyla karşılaşınca: “O benim körpe oğlumdur; hiç değilse beni önce asın!” şeklindeki son bir talebi de reddedilerek idam edildi. Bu mazlum insanların bugün mezar yerleri dahi belli değildir.
Bu trajedi bundan tam 88 yıl önce 15 Kasım 1937 yılında gerçekleşti. 15 Kasım yıldönümlerinde özellikle Alevi, Sol ve Kürt ulusalcısı kesimler tarafından düzenlenen Seyit Rıza’yı anma etkinliklerinde olayın; öznesi olmayan bir faili meçhul hadise şeklinde anlatılması büyük bir çelişki ve tutarsızlıktır. Zira Dersim Katliamı ve Seyit Rıza’nın idamı, Türkiye tarihinin en açık ve belgelenmiş devlet katliamı örneklerinden biri olduğu halde; Atatürk ismi ve CHP döneminin büyük bir itina ile kamufle edilerek dışarıda bırakılması, ancak Stockholm Sendromuyla izah edilebilir.
Daha önceleri devletin yarattığı baskı ve korku iklimiyle ilişkili olduğu zannedilen bu kesimlerdeki CHP ve Kemalizm güzellemeleri, tuhaf bir şekilde zaman içerisinde kalıcı bir sevgi ve tutkuya dönüştü.
Benzer şekilde bundan yaklaşık bir hafta önce de Selahattin Demirtaş, bir haber sitesine gönderdiği "Sürecin muhasebesi: Neler yapabilirdik ya da yapabiliriz?" başlıklı yazısında “Bir otobüs dolusu genç Edirne’den, bir otobüs genç de Hakkari’den yola çıksaydı, Anıtkabir’de buluşup Türkçe ve Kürtçe bir kardeşlik bildirisi okusalar, bildiriyi Anıtkabir defterine de yazsalardı.” Şeklinde tavsiyede bulundu.
Bu tuhaf tutum, aslında tümüyle ideolojik bir nezaketten kaynaklanıyor: Kendi politik bagajlarını rahatsız etmeyecek, Atatürkçü ulusalcılarla arayı bozmayacak, kimseyi huzursuz etmeyecek kadar “ayıklanmış” bir anlatı tercih ediliyor. Aynı çevreler, şiddetin adresini başka dönemlerde ve başka aktörlerde görme konusunda oldukça cüretkârken; iş Dersim’e gelince bir anda faili belirsiz bir “keder” edebiyatına sarılıyor.
Dersim Katliamı, Seyit Rıza’nın idamı ve Kürt Meselesi dolayımında yaşanan trajedilerin tamamı; Kemalist paradigma etrafında şekillenen ulus-devlet mühendisliğinin tezahürleridir. Bu mühendislik, toplumsal ve kültürel çeşitliliği bir tehdit olarak kodlayarak, toplumun büyük bir kesimini sistematik bir şiddet mekanizmasından geçirmiştir.
Devletin ideolojik ve bürokratik aygıtları; eğitim, medya, güvenlik ve hukuk sistemleri aracılığıyla farklılıkları kamusal hayatın dışına itmeye çalışırken, iddia edilenin aksine “birlik ve beraberlik” değil; çatışma ve düşmanlık üretmiştir. Bu bağlamda yaşanan tüm baskı ve zulümler muasırlaşmanın bir bedeli olarak değil, devletin ideolojik baskı ve şiddetinin bir tezahürü olarak okunmalıdır. Bu dönemde sık tekrarlanan “muasır medeniyet” söylemleri, pratikte toplumsal belleği ve kimlikleri yok etme sopası olarak işlev görmüştür.
Cumhuriyetin kurucu değerleri olarak nitelendirilen Kemalist vesayet; kendisini cumhurun üzerinde konumlandırarak bütün bir yüz yılını toplumun dini anlayışına, mezhebi tercihlerine, etnik yapısına karşı mücadele ederek geçirdi. Medreselerin kapatılmasından tekke ve zaviyelere yönelik yasaklara, Kürt kimliğinin yok sayılmasından Alevi katliamına, nüfus mübadelelerinden tenkil politikalarına, alfabe ve kıyafet devrimlerinden eğitim politikalarına kadar tüm uygulamalar, toplumsal çoğulluğu bastırmayı hedefleyen bu mühendisliğin sonuçlarıdır.
Bu mühendislik projesinin en ağır bedelini ise en çok Kürtler, Aleviler, dindar Müslümanlar ve diğer dinsel/kültürel topluluklar ödedi.
Bugün geriye dönüp bakıldığında, Kemalist ulus-devlet projesinin, farklılıklara saygı gösterme ve bunları bir arada yaşatma yerine, yok etmeye ve sindirmeye çalışan ceberut vasfı dikkat çekmektedir.
Faili malum, sorumluları da belli olan bu tarihsel dönemi “öznesiz” hâle getirmek, hakikati bulandırarak doğru bir şekilde anlaşılmasını engellemekten başka bir anlam taşımaz.
Bin yıllık kardeşlik söylemleri eşliğinde bugün yeniden inşa edilmeye çalışılan barış ve kardeşlik girişimleri, elbette ki desteklenmesi gereken çok kıymetli çabalardır. Ne var ki bu adımlar atılırken geçmişle yüzleşmeden, tarihsel tecrübelerimizden gerekli dersler çıkarmadan ve en önemlisi, sadece baskı ve zulüm üreten bu anlayış ve mekanizmalar tespit edilip ortadan kaldırılmadan yürünecek bir yol; kalıcılıktan yoksun olmaya ve yeni trajedi ve zulümler üretmeye mahkûmdur.