Sevinci hayra yormak

Yıldız Ramazanoğlu

Cumhuriyet'in kuruluşundan itibaren tanımlayan, sınırlayan, öğreten ve dikte eden jakoben bir dille karşılaştık.

Cumhuriyet kadını nedir, medeni kabul edilmek için ne yapmalıdır, dinin hayatımızdaki yeri hakkında ne kadarla iktifa edilmelidir, millet dendiğinde ne kastedilmektedir ve daha birçok şey tarif edildi ve bu tanımların dışına taşan bütün düşüncelere ve taleplere nasıl karşılık verileceği çeşitli uygulamalarla gösterildi. Bu süreç düşünme melekelerimizi, zihnimizin sonsuz açılım kabiliyetini de köreltti. Yepyeni bir millet yaratma ülküsü hepimizi kısmen öldürdü.

Tanımları devlet yapar, insanlar da bunun gereğine göre düşünür ve yaşardı. Zihinler tembelleşti, Türklük gurur ve şuuru içinde olanlar ana dili Kürtçe olan insanların varlığını görmezden gelmeye, dilini konuşmak isteyenleri terörist olarak görmeye alıştırıldı. Sayısız gazete var gibi görünse de bu ülkede medya organlarının neredeyse tümü devletin yayın organı gibi çalıştı. Asimilasyoncu, baskıcı, dayatmacı hak ve adaletten uzak bir konuşma ve haber diliyle insanların birbirini anlama ve farklılıklardan sevinç ve zenginlik duyma zemini ortadan kaldırıldı. Netice: Çatışma, uzaklaşma, acılar, yaralar ve kan davası olup aramıza giren kaybettiğimiz canlar. Bu, parklarda görüntü düzgün olsun, bir pürüz çıkmasın, hiçbir dal özgürce ve dilediğince etrafa uzanamasın diye güzelim ağaçları kırparak bir hizaya sokmaya benzemezdi. İlanihaye sürdürülebilir bir şey değildi insanları korkutarak susturmak, inançlarından, kültüründen, dilinden, kimliğinden koparmak.

Adını telaffuz etmek acı veriyor ama kimilerinin düşük yoğunluklu dediği bir iç savaş yaşandı bu ülkede. Bu savaşta hiç kimse ben masumiyetimi korudum diyemez. Sessiz kalarak katılmak suçların en sinsisi, en beteridir aslında.

Kavmiyetçilik sinsi bir şeydir insanı görünmeyen bir sis gibi içine alıverir. Temeli efendilik ve hükümranlık üzerinedir. Üstünlük duygusunun bir tezahürü. Yaratılıştan gelen bir üstünlük vehmiyle başkaları üzerinde baskın bir güç hissetmeye, buna itirazı olanlara karşı husumet beslemeye ve baş eğdirme ihtirasına yol açar. Bunun zorbalık olduğunu kimse kabul etmek istemez, soylu, insancıl ve haklı gerekçeler üretmeye çalışır bu hastalığa düçar olan. Kulaklara hoş gelen, yüce idealler gibi görünen sözler öne sürülür. Vatanın bölünmez bütünlüğü, son Türk devletinin âli menfaatleri, hatta İslam'ın ihyası gibi. En çok da sağcılığa, ırkçılığa, devletçiliğe bulanmış kimi dindar insanların söylemleri ürkütmüştür beni. Bu noktada "Türk eşittir İslam da ondan herkes Türk'tür eğer Müslüman'ım diyorsa" açıklaması düşündürücü. Böyle düşünmeyenleri İslam dairesinden çıkarma yetkisini de kendinden menkul olarak barındıran, neredeyse tanrısal bir dayatma. Irkçılığın bir söz tezyinatının içinden geçirilerek yeniden üretildiği, bunu reddedenlerin idraksiz olduklarının iddia edildiği üsttenci ve elitist bir yaklaşımdır bu. Selman-ı Farisi'nin Fars olma, Bilal-i Habeşi'nin Habeş olma hakkını teslim eden, hepimiz Kureyş olalım, çünkü bu davaya Kureyşliler hizmet verir, İslam olmakla Kureyş olmak özdeş olsun, ayrılık gayrılık olmasın deme gereği görmeyen, bunu zül addeden bir Peygamber'in müntesipleri yapıyor hem de. Barış bu ülkede geciktiyse sorumlusu en çok dindarlardır bu yüzden.

BAŞKASININ ACISINA HAKKIYLA BAKAMAYANLAR...

İslam'ın temel hedefi nedir? Bir erkekle bir dişiden yaratıldığımızı, sahip olmakla, dünyayı daha çok ele geçiren taraf olmakla, kabile ırk renk sosyal statü kariyer aile ya da grup mensubiyetiyle üstünlük taslayamayacağımızı, bunlar üzerinden imtiyaz ve ayrıcalık peşinde koşmanın beyhudeliğini bize bildirmektir. Üstünlük kriterinin sadece Allah'a yakınlıkla, yani güzel işler yapmakla, hak ve hakikate bağlılık derecesiyle ölçüldüğünü öğretmek, mülkün gerçek sahibinin kim olduğunu açıklıkla beyan etmektir. Hatta Rum Suresi 22. ayette renklerimizin ve dillerimizin ayrı yaratılması göklerin ve yerlerin yaratılışıyla hikmet bakımından eş tutulur, yan yana zikredilir ve hepsi birden Yaratıcı'nın varlığının en büyük delillerinden olarak gösterilir. Tabii ki bu dersler akıl sahipleri daha doğrusu akıllı kalp sahipleri içindir. Şimdi bu büyük günahlardan kurtulma zamanı. Bir annenin iki evladını dağlarda karşı karşıya getiren ve kardeşi kardeşe vurduran bir savaştan söz ediyoruz, bu öyle hafife alınacak bir şey değil. Birden barış olmasına herkesin hazır olmasını beklemek insafsızlık olur. Tanımlar daha belleğimizde taptaze duruyor. "Vatan için canını veren şehitlerimiz", "dağa çıkmış Kürt teröristler" algısının yerini bir arada yaşama sevincine, kardeşlik duygularına bırakması zaman alacak.

Bazı sözümona barışçıl ama sabırsız ve duyarsız yazarlar tuzu kuru bir yaklaşımla, "Türklerin tepkilerinden bana ne, daha ne kadar bekleyeceğiz bir hiç uğruna çocuklarının öldüğünü anlamalarını" diyen hoyrat bir dille bu zorlu ve sancılı sürece ne kadar zarar verdiklerinin farkında değiller herhalde. Barış sürecinin, dağdan kardeşlik uğruna inenlerin karşılanmasındaki coşkunun yaralı bereli başka insanlarda yol açacağı hissiyata aldırmadan devam edebileceğini sanan insanlar var. Biraz daha emek vermeye, sabırla fedakârlıkla çabaları sürdürmeye tahammülü kalmamış olanlar. Başkalarının acısına hakkıyla bakamayanlar. Buna dağdan inenlerden pişmanlık bekleyenler de, oğullarını kaybedenlerin, her şeyin bir hiç uğruna gerçekleştiğini kabul etmelerini isteyenler de dahil. İnsanların bütün hayatını yatırdığı bir mücadele için hiçti, beyhudeydi özeleştirilerini yapmaları için baskı yapmanın bir faydası yok şu aşamada. Sizin oğlunuz, kızınız, amca çocuklarınız öldü mü, canınızdan çok sevdiğiniz yeğeniniz kolunu bacağını kaybetti mi diye sorarlar elbet.

Şimdi şefkat ve anlayış zamanı. Özeleştiri ve hakikatle yüzleşme geniş zamana yayılacak, koyu karanlığın perdesi sabırla aralanacak. Odaklanmamız gereken şey başka canların başına gelmemesi için herkesi silahların susmasına ikna etmek. Kardeşin kardeşi vurduğu bir savaşın ardından taraflara bir başarı yazılamayacağı, olacaksa bir zafer, bunun bir arada dostlukla yaşama ve sonunda hepimizin terk edip gideceği bu dünya acılarına karşı dayanışmanın zaferi olacağını görmemiz lazım. Kutlamaların normalleşme hasretinden, evlatları dağda değil yuvada, evlenip çoluk çocuğa karışmış olarak görme isteğinden, artık gözaltında kayıplar ve olağanüstü haller zamanının geride kalacağı umudundan taştığını, bu güzel duyguların tezahürü olduğunu anlamak gerek.

Kandil Dağı'ndan gelenler gelişlerine gösterilen tepkilere de son derece empatik yaklaşıyorlar. Bu acıları yaşayan canlar birbirini daha iyi anlar zamanla. Neşe Düzel'e verdikleri mülakatta Türkiye artık faili meçhul cinayetleri, dil yasaklamalarını kaldıramaz, bu demokrasi eksikliğiyle yoluna devam edemez diyorlar. Mahmur'dan gelen Nureddin Turgut, yaşadığımız trajediyi eğer Trakya, Tekirdağ, Edirne, Çorlu'daki insan bilmiyorsa, onlara bizim yaşadıklarımız anlatılmamışsa, elbette o insan şimdi bize tepki gösterecektir, diyor. Kürtlerle Türklerin birbirlerini anlamasının zemininin hiç yaratılmadığını, sevinç gösterilerinin barışı karşılamak için olduğunu söylüyor. Biz uzaydan gelmedik, Çorum'da, Samsun'da, Kastamonu'da yaşayan bir Türk'le benim aramda eşitsizliği yaratanlar bu ülkenin Türklerine de Kürtlerine de hesap vermeliler diye düşünüyor. 2005'te Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, "Devlet de hata yapabilir." demişti. Şimdi bu hataları açıklamanın ve devletin herkesten özür dilemesinin zamanı.

ZAMAN