“Sağlıklı yasam endüstrisi” ve kapitalist tıp, içeriden bir eleştiri

YUNUS ÇOLAKOĞLU

İnsan bedeni kainatın en kutsal meyvesidir. Beden ile mücessem olan maddi varlığımız ‘qalubela’dan beri varolan (Araf/172) ruhumuza, vakti ve saati gelince emanet edildi. Yine vakti ve saati gelince teciline, tehirine ve tebdiline mahal olmayan bir zamanda (Nahl/61) ve ilahi kelamda net olarak beyan edildiği gibi, hiç kimsenin önceden kati olarak bilemeyeceği bir mekanda (Lokman/34) ruhumuzun kabzedilmesi ile asli kaynağı olan toprağa dönecektir. İdraksiz ve şuursuz cismaniyetimize şuur, izan ve idrak veren ruhumuzun, mutlak bilgisi Allaha aittir. Ruhun bilgisi insanoğluna cüzi anlamda verilen bir mahiyette ve yine tam olarak anlaşılması beşer aklı ve idraki ile tasavvur edilemeyecek mutlak bir Marifetullah bilgisidir (İsra/85).

Bu gün Modern Kartezyen Tip anlayışı insanı kompleks ve birbirine griftar olmuş binlerce biyokimyasal reaksiyondan müteşekkil ve ruhundan arınmış bir makine olarak tanımlıyor. Maalesef bu sistem içerisinde Tip bir sanat olmaktan çıkmıs, Tabip ya da Hekim çoğu zaman hazır şablon bilgileri pratize eden bir teknisyen hüviyetine bürünmüştür. Yaklaşık iki asırdır genel olarak bu anlayış ile icra edilen bu tıp düşüncesinde insan, cismani varlığının ötesinde ruhu ile birlikte değerlendirilememiştir.

‘Sağlıklı Yaşam Endüstrisi’

Bedeni hastalıklarımıza medikal bir takım reçeteler sunarak yeryüzünde insan neslini tehdit eden salgın hastalıklar ve birtakım kanser türlerini başarı ile tedavi eden Modern Tıp, insanlığı esir alan ve 16.- 17. Yüzyılda Avrupa nüfusunu tehdit eden veba pandemilerinde gösterdiği başarıyı yaygınlaşan ruhsal bunalımları ve psikolojik rahatsızlıklarda sergileyemedi. Dünya sağlık örgütünün verilerine göre dünya nüfusunun yaklaşık yüzde beşi major (ağır) depresyon nedeniyle medikal tedavi görmektedir. İnsanın işlevselliğini kısıtlayan ve sosyal adaptasyonunu bozan diğer psikiyatrik hastalıklar da düşünüldüğünde bu oran yüzde onlara yani yaklaşık olarak sekiz yüz milyonluk bir insan kitlesine denk gelmektedir. Son yirmi yılda kullanımı en çok artan ilaç sınıfı antibiyotiklerden sonra antideperessan ilaç grubudur. Modern psikiyatri bu konuda teoriler üzerinden hareketle insana deva arayışına girişmiş ancak ruhun labirentlerinde günübirlik geliştirdiği teorilerle, insana değil şifa vermek, bazen kendisi bile sorunun kaynağı olmuştur. Yıllarca kullanılan ilaçların bazıları, yan etkilerinden ve yüksek suicid riski (intihar) nedeniyle terk edilmiştir. Global psikiyatrinin kültür ve inanç farklılıklarını hiçe sayan ve muğlak teoriler üzerinden geliştirdiği hastalık teşhis kriterleri ve medikal tedaviler Avrupa da ve Amerika’da her yıl sayıları artan Akıl Hastaneleri ve Psikiyatri kliniklerinin iş yükünü azaltamamıştır. Alkol ve uyuşturucu bağımlılığı ve obesite cerrahisi için Birleşik Devletlerde yaklaşık elli milyar dolar harcanırken, Somali’de açlık ve ilaçsızlıktan her on dakikada bir çocuk hayatını kaybetmektedir. Psikiyatri kliniklerinde adeta birer kobay gibi üzerinde ilaç tedavileri denenen, aileden ve toplumdan izole edilmiş hastalar aslında Modern Tıp ve Psikiyatrinin bu alandaki çıkmazını ve çaresizliğini göstermektedir. Yine enteresan bir şekilde Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre intihar vakaları, gayri safi milli hasılanın ve kişi başı gelirin yüksek olduğu Kuzey Yarım Küre ve Avrupa ülkelerinde, savaşların, iç çatışmaların, göç, iç savaş, yoksulluk ve mağduriyetlerin görüldüğü Ortadoğu ve İslam ülkelerine nazaran beş altı kat daha fazladır. Bu durumu kayıtların yetersizliği ile açıklamak meseleyi görmezden gelmektir.

Bu gün cari Tıp, genel olarak varlığını ve faaliyet alanını yeryüzünün varlıklı kesimleri ve özelde de Avrupa-Amerika‘nın iktisaden müreffeh insan sınıfı üzerinde yoğunlaştırmıştır. Bir insani ve tıbbi yardım gönüllüsünün bu anlamdaki serzenişi manidardır.

‘Afrika’nın açlık ve yoksulluk ile pençeleşen bölgelerine ulaştırılmak üzere tonlarca ilaç topladık. Ancak hepsinin üzerinde -tok karınla kullanılmalıdır- diye yazıyordu.’

Ölüm ve İstismar

Modern dünyada tıp ve kapitalizm ilişkisi artık çok net olarak ve her gün artan sıklıkta dile getirilmektedir. Bazı ilaç firmalarının yıllık ciroları Afrika veya Doğu Avrupa’daki orta veya küçük ölçekli bir ülkenin gayri safi milli hasılalarına denktir. Sadece Antibiyotik, kolesterol, hipertansiyon ve depresyon ilaçlarından elde edilen cirolar için dahi bu mukayese yapılabilir. Hayatının merkezine hastalık yerleştirilen ve bundan kaçmak için palazlanan en büyük korku, modern insanın duymak istemediği ölüm gerçeğidir. Ölüm korkusu, Kur’an-ı Kerim’in ifadesi (Bakara/19) ile ‘hazerel mevt’, bu gün modern batı insanının, kendisinden uzaklaşmak için uğruna iktisadi varlığını kaçınmadan harcadığı bir alana dönüşmüştür. İslam’ın varlık ve hayat anlayışında kendisi ile tanışık ve barışık olunan ölüm gerçeği, batı kültüründe ve medeniyetinde ötelenmesi ve hiçbir şekilde gündemde olmaması gereken bir tükeniş ve ezeli bir hiçlik girdabıdır. Bu anlayış ile mezarlıklar şehirlerin dışına çıkarılmıştır. Bu reel durumu iyi okuyan Kapitalizm – modern tıp ikilisi hayatın doğal akışında karşılaşılan bir takım duygu durum değişiklikleri ve fizyolojik-psikolojik merhaleleri dahi ‘tıbbıleştirilerek’ tıbbi müdahaleyi zorunlu hale getirmiştir. Batı dünyasında bu anlamda en sert eleştirileri yapan Harward Üniversitesi Profesörlerinden İvan İllic bazı uygulamaların Tıbbi sömürgeciliğe vardığı tesbitini yapmıştır. Artık çocuk ebeveyn ilişkilerinde görülen kırılmalara psikiyatristler ilaç tedavileri ile müdahale etmektedir. Nihayetinde üzüntü ve kederlerin üzerine Antidepressan ilaçlar ile gidilmiş, çocukluk yaş grubunda görülen hiperaktivite neredeyse tümüyle sendrom olarak tanımlanmıştır. Gebelik, genetik ve yaşlanma nedenli saç dökülmeleri, menopoz, yaşlılık ve osteoporoz bir tabi süreç olmaktan çıkarılıp, bu dönemde düzenli ilaç kullanmayan hiçbir fert neredeyse kalmamıştır. Bu alanlarda geliştirilen ilaçların reklamları birçok tıp dergisinde boy göstermiştir. Bu gün ülkemizde yapılan bölgesel ve ulusal tıbbi kongrelerin çoğu ilaç firmalarının ve tıbbi medikal ürünler üreten şirketlerin sponsorluğunda yapılmaktadır. Bu etik dışı durum, alanla ilgisi olan uzmanlarca bilinen bir gerçektir. Bu anlamda medya, tıp- kapitalizm ilişkisini ve toplumun hastalık algısını hep canlı tutmuştur. Yapılan sağlık programlarının bir kısmı toplumu gerçek anlamda bilgilendirmek ve bilinçlendirmekten ziyade, modern tıp şarlatanlarının boy gösterdiği, kişileri ve kurumları merkeze alan ticari kaygılarla yapılan organizasyonlardır. Oluşturulan bu ‘sağlıklı yaşam Endüstrisi’nin bütünüyle insanın bedeni ve ruhi şifa arayışına hizmet ettiğini söylemek mümkün değildir. Bu durumu farklı siyasi geleneklerden, anlayışlardan ve coğrafyalardan gelen bilim adamları da eleştirmişlerdir. (Alexis Carel, Pearson, İvan illic, S. Hüseyin Nasr v.s) Yapılan eleştiriler ve itirazlar doğruluğu pratik uygulamalar ile kesinleşen ve insanlığın ortak tıbbi ve ilmi birikimi olan sağaltım yöntemlerine değildir, İtirazlar, teorilerin ve muğlak güncel yöntemlerin birer ilahi hakikat gibi topluma sunulmasınadır.

Gün itibariyle modern bilim, sekülerist ve pozitivist yaklaşımın mutlak hakim olduğu bir alan olmaktan çıkmak zorundadır. İnsanlığı felç eden Covid-19 pandemisinin son bulmasında aşılama ve doğal bağışıklığın koruyuculuğu yanında, virüsün Omikron varyantı üzerinden tedricen dönüştüğü ( aslında dönüştürüldüğü) selim ve hafif hastalık formu salgını zayıflatan ve bir mevsimsel gribe dönüştüren en önemli etken olmuştur. Bu süreçte alınan medikal tedbirlerle birlikte adeta rahimane ilahi bir dokunuş yeryüzünü tehdit eden bu illeti zayıflatmıştır.

Paganizm Batı Bilimini Esir Aldı

Son üç asırda batı bilimi: insan, varlık ve evren tasavvurunu bilimsel materyalizm ve agnostik pagan anlayışa hapsetti. Bu anlamda üretilen ahlak öğretileri ve felsefi anlayışlar Antik Yunan Filozofları Aristo ve Platon'un dipnotlarından öteye gidememiştir. Protestan bir determinist anlayışla toplumu, hayatı insanı ve evreni tanımlayan bu anlayış insanlığa büyük acılar yaşatmış, bilim, güç, iktidar ve tahakküm vasıtası olarak konumlandırılmıştır. Bütün dinlerin bilim sayesinde yok alacağını savunan batı dünyası, ferdi ve içtimai hayatta fıtri, ahlaki ve dini olanı çıkarıp yerine sonu gelmez heva ve arzularını ikame etmiş, insan ebedi bir tüketici olarak tanımlanmıştır. Bitmeyen para ve durmayan kalp anlayışı ve emeli ile kurgulanan bu dünya, yaşanılan iki büyük savaş ve milyonlarca ölüm sonrası batıya görünmeyen kanlı bir iktidar vaat etmiştir. Ancak yeryüzünün diğer coğrafyaları bu dünyayı besleyen enerji havzaları ve bitmeyen kaos alanlarına dönüştürülmüştür.

Ahlak mı? Etik mi?

Bilimin icrasında Ahlak tükenince, yerine etik konumlandırılmıştır. Her bilim dalında (tıp, genetik, fizik, mühendislik, siyaset, hukuk .. v.s) kanuni müeyyideler ile desteklenen etik metinler, insanlığı korumaya yetmemektedir. Bu gün güncel popüler bilim ve özelde Modern Tıp, güçlü bir ahlak anlayışına ve bu uygulayıcılarında sağlam bir şahsiyet inşasına ihtiyaç duymaktadır. Nostaljik bir kült olarak nihai eğitim aşamasında, modern tıp uygulayıcıları olan genç hekimlere okutulan Hipokrat yemininin hiçbir reel karşılığı, vicdani caydırıcılığı ve bağlayıcılığı yoktur. Temel yaşam fonksiyonlarını ventilatör desteği ile yoğun bakım ünitesinde devam ettiren hastaların bulunduğu ortamlarda, laubali ve gayri ciddi tavırların yer yer basına servis edildiği durumlar nadir de olsa yaralayıcıdır.. Bu meyanda: hasta, hasta insan, insan bedeni, mahremiyet ve şifa kavramlarının fıtri- vahyi ve insani bir perspektiften ele alınması ve bu anlamda bir eğitim icrası gerekmektedir. İnsan bedeni üzerinde meslek tatbiki, nebevi bir bakış ve rahîmane bir merhamet duygusu, mahremiyete mutlak saygı, muhatabına karşı insani bir hem hal oluş ve güncel tabir ile empati gerektirir. Ruhu bedeninden ayrı konumlandıran bir Tıp anlayışı insanı gerçek anlamda tedavi edemez nihayi olarak bu alanda bedene ve sadra şifa olmak için Allah'ın Şafi ismine münhasıran mutlak edep, tevazu ve şefkat gerekir. Buna bütün insanlık muhtaçtır.