HAKSÖZ HABER / Muhammed Okçu
Özellikle son yıllarda bölgemizde artan vahşet hadiseleri maalesef bazı noktaları görmemizi engellerken, bazen de ideolojik düşüncelerimiz olayları incelerken vicdani hassasiyetimizi gölgeliyor. Bu yazıda, yaklaşık 9 yıldır gözlerimizin önünde yaşanan Rusafa vahşetini perdeleyen IŞİD damgasına değinmek istiyorum. Uzun yıllardır Rusafa Cezaevinde bulunan yüzlerce kadın ve çocuk, maalesef IŞİD’in oluşturduğu vahşet görüntüleri arasında hafızalarımızdan silinip gitti. Oysa onların ne silahlı ne de sözlü eylemde bulunduğuna dair bırakın delili, herhangi bir emare dahi bulunmamaktadır.
Aslında burada bulunan kadınların yolculuğunu incelediğimizde, bırakın örgüte katılmayı, defalarca örgütün hakim olduğu sahadan kaçmaya çalıştıklarını ancak bölgede ki abluka ve çatışma ortamının bunu engellediğini görüyoruz. Zaten buraya giderken de nereye gittiğini bilmeyen, bırakın bilmeyi, sorsanız harita üzerinde size Bağdat’ı gösteremeyecek insanlardı. Bazısı babasının, kocasının ya da oğlunun zoruyla buraya giderken, bazısı arkadaşı tarafından iş vaadiyle kandırılarak gitti.
Özellikle Musul, Tel Afer bölgesine başlatılan operasyon sonrası ciddi sorunlar yaşayan bu siviller, günlerce Tel Afer’de bombalar altında iken dahi bölgeden ayrılmak ve ülkelerine dönmek için çeşitli yollara başvurdular. Öyle ki, Türkiye aracılığı ile bir koridor oluşturulduğu söylendiğinde bölgede bulunan Peşmerge güçlerine sığınmak/teslim olmak için harekete geçen siviller, bunun karşılığında Peşmerge’nin ateş açması sonucu buradan Avgani denilen bölgeye geçmek/sığınmak zorunda kaldılar. Burada özellikle bombardımanlar sebebiyle birçok sivil ölüm gerçekleşirken, Türkiye Konsolosluğu ile yapılan görüşmeler üzerine bölgede sivillerin tahliyesi için insani bir koridor oluşturuldu. Tabi çöl sıcağında burayı yürüyerek geçmek zorunda kalan siviller, bir de havadan helikopterlerin açtığı yaylım ateşi sonucu çok sayıda kayıp vermelerine rağmen bölgeyi geçmeyi başarıp Peşmerge güçlerine sığındılar/teslim oldular.
Peşmerge güçlerine teslim olan Türkiye vatandaşları her ne kadar ülkelerine teslim edileceklerini ümit etseler de olaylar aksi yönde cereyan etti. Tabi bu sırada Peşmerge kontrol noktasında bekleyen siviller bombalı bir saldırıya daha uğradı. Aradan geçen uzun yıllara rağmen bu saldırının kim tarafından organize edildiği hâlâ bir muamma olarak duruyor. Buradan ülkelerine iade edilmeyi bekleyen siviller apar topar otobüslere bindirilerek Hamam Ali’de bulunan UNICEF çadırlarına yerleştirildi. Bu yolculuk sırasında maalesef İran vekil gücü olan Haşdi Şabi konvoya saldırı düzenledikten sonra kadın ve çocuklardan oluşan 220 kişilik bir kafileyi kaçırarak bilinmeyen bir yere götürdü. 6 ay boyunca Haşdi Şabi’nin esaretinde kalan siviller, karanlık evlerdeki sistematik işkencelerin ardından hadisenin duyulması ve oluşan kamuoyu baskısı ile buradan Rusafa Cezaevine nakledildi.
Tabi bu sırada Hamam Ali’de psikolojik ve fiziksel şartların yaşattığı ağır travmalardan 2 ay sonra burada bulunanlar Tel Keef açık cezaevine nakledildiler. Deport edilmeyi beklerken Tel Keef askeri şubesinde deport belgeleri adı altında yoğun işkence ve tacizler eşliğinde Arapça bilmeyen kadınlara sahte ifade ve tutanaklar imzalatıldı. Tamamı kendi teslim olan insanlar olmasına rağmen sanki suçüstü yapılan savaş esirleri olarak kayda geçtiler. İşkeceile imzalanan evraklardan sonra cebren Rusafa cezaevine nakledilen kadın ve çocuklar, ülkelerine dönüş umudu ile geldikleri yerde insan onurunun ayaklar altına alındığı manzaralara tanıklık ettiler/yaşadılar. İşkencenin, hastalıkların ve açlığın bir ceza yöntemi olarak kullanıldığı bu yerin onların yeni yuvası/cehennemi olacağını nereden bilebilirlerdi ki!
Tabi bilgi almak için çaldıkları her kapının işkencehanelere açıldığı bu yerde kalmaları için düzmece mahkemelere, hakim önlüğü giymiş cellatlara da ihtiyaç vardı. Sözde yargılanma adı altında götürdükleri mahkemelerde bırakın savunma hakkını, mahkeme prosedürlerini anlatmaya dahi ihtiyaç duymamışlardı. Çoğu 3-5 dakikalık celselerde boyunlarına geçirilen idam ve müebbet urganına boyun eğmek zorunda bırakılırken, bazısı hakimin yüzünü görmeden bekledikleri otobüslerde mahkum edildiler. Sorulan sorulara “Hakimin size selamı var. Bugün 'idam günü', hepiniz idam aldınız, geri dönün!” denileceğini nereden bilebilirlerdi ki?
Bu hukuksuz yargıların ardından tekrar Gayya kuyularına dönen kadınlar, yıllarca sürecek olan işkencelerine de kaldıkları yerden devam ettiler. Veremden böbrek hastalığına, tansiyondan şekere verilen sabit ilaç olan ağrı kesiciler, çocukların ve kadınların aklında yer edinen vahşet senaryolarını kesebilecek mi? Yazılan yazılar yıllardır süren sistematik işkenceleri tarihten silebilecek mi? IŞİD perdesi arkasına sığınarak kadın ve çocuklardan intikam alan bu caniler bunun hesabını verebilecek mi? Türkçe bilmeyen 70 küsur yaşındaki Güllü teyzeye hapishane duvarları arasında Türkçe öğreten, haritada nerede olduğunu bilmediği Bağdat’ın varlığından haberdar eden bu cellatlar Mahkeme-i Kübra’da bunun hesabını nasıl verecek?
Mülteci olarak doğdukları dünyada hapishane dışındaki dünyadan bihaber büyüyen onlarca çocuk eğitim hakkından önce yaşama, barınma ve sağlık haklarından mahrum bırakılıyor. Burada kalan birçok kişinin ruhsal sağlığının bozulması bir kenara, ismini dahi unutan hastalar var. Özellikle son yıllarda çıkma umudu tükenen kadınlar arasında intihar vakalarının da arttığı bir hakikat olarak ortada duruyor. IŞİD’in eylemleri ile gölgelenen/terörize edilen bu kadın ve çocuklar, bütün bu çıkmazlara rağmen hâlâ bir çıkış kapısı aramaya devam ediyor.
Bu minvalde Türkiye vatandaşı olan kadınlar defalarca ses kayıtları ve görüntüler aracılığıyla masumiyetlerini haykırmaya ve ülkelerinden yardım istemeye çalıştılar. Ancak bütün bunlara rağmen Türkiye’ye getirilen Türkiye vatandaşı çocuklar dışında hâlâ somut bir adım görmüyoruz.