Resulullah’ı örnek mi alıyoruz, yoksa taklit mi ediyoruz?..

FARUK MAĞAT

İnsanların kahir ekseriyeti taklitçidir. Hatta belki buradan yola çıkarak, taklitçiliğin insanın doğasında olduğu bile söylenebilir(mi acaba!) Herkesin taklit ettiği bir mezhep, yani bir şahıs var mesela; hatta ‘itikat’ta falanı, ‘fıkıh’ta ise filanı taklit eder mukallitler. Bütün dinlerde durum böyledir. Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli, Caferi, Alevi, Vehhabi, Katolik, Protestan, Ortodoks vs.. mezheplerini taklit edenler, gerçekte o mezhebi oluşturan kişinin fikirlerini taklit ederler aslında.

Belki de taklit olayının bu kadar yaygın oluşunun altında kolaycılık vardır ne dersiniz?.. Örneğin kendisi de verilerden yola çıkarak bir içtihad yapabilecek kişinin (müçtehid), başkasını taklit etmesinin haram olduğunu söylemek gereğinin duyulmasından, müçtehidlik seviyesindeki insanların bile taklit yapmaya heveslendiği sonucu çıkarılamaz mı?..

Sadece dini konularda değil elbette taklitçilik. İnsanın olduğu her alan, taklit olgusunun işlediği alandır; ticaret, eğitim, eğlence, sanat… Aklınıza ne geliyorsa.

Bir ülkenin tamamı belli bir dini, aynı ülkenin bir şehri ise, belli bir mezhebi taklit etmektedir. Örneğin Türkiye denince akla, din olarak İslam, mezheb olarak da Sünnilik gelmektedir. Diyarbakır, Bitlis, Mardin denince Şafii mezhebi, Bursa, Afyon, Kütahya denince Hanefi… Örneğin Suudi Arabistan denince akla gelen mezheb Vehhabiliktir, İran denince Caferilik… Bir başka ülke tamamen Maliki veya Hanbeli olabilmektedir.

Acaba İsrail’de doğan çocukların hepsi, büyüklerini taklit ettikleri için mi, Siyonist oluyorlar, yoksa o toprakların mı büyüsü bu yazgıyı belirleyen. Aynı çocuk Filistin’de doğsaydı, Siyonist tanklara taş atmayacak mıydı sizce…

Size enteresan iki taklit olayı anlatayım. Biri değerli kardeşim İbrahim Sediyani’nin Paris gezisi ile ilgili yazısında bahsettiği Beyoğlu örneği, diğeri ise gazetelerden birinde gördüğüm bir ilanla ilgili. Beyoğlu örneğini, Sediyani’nin samimi kelimelerinden okuyalım isterseniz:

“…

Paris’in semtleri ayrı ayrı isimler taşımaz. Paris’in 20 adet semti vardır ve isimleri "1. Paris, 2. Paris, 3. Paris, 4. Paris…" şeklindedir. En "berbat" yeri ve "şehrin gettosu" durumundaki semt, gazete büromuzun ve otelimizin bulunduğu, ikamet ettiğimiz "20. Paris" semtidir.

Paris’in merkezi olan ve ünlü Eyfel Kulesi’nin bulunduğu bölge, "6. Paris" semtidir. Burası şehrin en zengin ve en lüks semtidir.

"6. Paris" deyince aklıma geldi. Makalenin başında anlattığım "frengî" hadisesinden daha gülünç bir olayı anlatmak istiyorum size:

Osmanlı İmparatorluğu’nda "belediyecilik" olayının kökenleri 1848 yılına kadar uzanır. Osmanlı İmparatorluğu Devleti 1848 yılında ilk kez bir "ebnîye nizamnamesi" çıkarır. Bu, yalnızca başkent İstanbul’da geçerli bir nizamnamedir. Avrupa’daki kentsel gelişmelerden esinlenerek hazırlanan nizamname, ahşap bina yapımını yasaklıyor, bütün yapıların kâgir olmasını zorunlu kılıyordu. Şehirlerde belediye teşkilatının kurulması ilk defa İstanbul’da gerçekleşmiş ve 16 Ağustos 1854’te "İstanbul Şehremâneti" kurulmuştur. Bunun akabinde de "İntizâm-ı Şehir Komisyonu" teşkil edilmiştir.

Öneriler doğrultusunda İstanbul, Aralık 1857’de 14 ayrı semte ayrılmıştır. Bu semtlere "Kadıköy, Üsküdar, Eminönü, Fatih" gibi isimler verildiğini sanmayın sakın.

Peki ne isimler verilmiştir? Söyleyelim: "1. İstanbul, 2. İstanbul, 3. İstanbul, 4. İstanbul…" Böylece 14 tane İstanbul! Fransızlar’ın 20 tane Paris’ine karşılık bizim de 14 tane İstanbul’umuz olmuştu.

Sakın ha tümden gülmeyin, sadece gülümseyin. Enerjinizi biraz sonraya saklayın, çünkü "asıl komedi" bundan sonra.

İstanbul’un 14 belediyesi içinde ilk kurulan, İstanbul’un merkezi olan ve bankaların bulunduğu Galata – Beyoğlu civarıdır. Bu belediye, değil İstanbul’un, tüm ülkenin kurulan ilk belediyesidir. Buna rağmen, bu semte hangi ad verilmişti, biliyor musunuz? Sıkı durun: "6. İstanbul". Düşünün, ilk kurulan belediye olmasına rağmen, ismi "6. İstanbul".

Niye mi? Hayda, bunda anlamayacak ne var?

Paris’in merkezî semti "6. Paris" olduğu için, burası da "6. İstanbul". Paris’teki 6. Paris’in "6. Paris" olması normal, çünkü Paris’te kurulan gerçekten de altıncı belediye. Fakat İstanbul’daki "6. İstanbul", kurulan ilk belediye.

Körü körüne taklitçiliğin böylesi karşısında kargalar bile güler.

…”

Gelelim kendi örneğimize… Hani mağazaların camlarında kocaman rakamlarla yazan, 199 YTL, 89 YTL, 39 YTL gibi sonu muhakkak ‘9’ la biten fiyat etiketleri vardır ya, işte bu, insan psikolojisinin bir açığından yola çıkarak uygulanan sinsi bir fiyatlandırmadır. (200 ile 199 arasında hemen hemen hiç fark olmamakla birlikte, biri ‘100’ küsürlü bir rakam gibi görünüp, daha çekici olmaktadır. 39 rakamını gören kişi, o ürüne 40 lira verdiği halde, kendini 30 lira vermiş gibi hissetmektedir.) Gazetedeki taklit ise şöyleydi: İndirime gitmiş bir firma, bunu şöyle aktarmıştı reklam sayfasına. “Normal fiyatından 99 YTL daha ucuz” Uygulamanın maksadını anlamadan, olaya şekilsel yaklaşan firma, asıl maksadın tersine kullanmış oluyordu bu ‘9’ rakamını. Yani ‘1’ lira yüzünden, ‘100’ değil ‘90’ lira indirim yapmış gibi görünüyordu. Yani kargaların güleceği bir taklit örneği daha…

Hatta şu anda, sizi gülümsetecek yeni bir örnek geliverdi aklıma. Fotoğraf çekenler bilirler, hani deklanşöre basmadan önce, “peynir diyin” denir çoğu zaman. Niye biliyor musunuz?.. Çünkü Amerikalılar aynı işi yaparken, “chees please” derler de ondan. ‘chees’ peynir manasına geldiği için, bizim taklitçiler de “peynir diyin” derler. Oysa ‘chees’ demekteki maksat, tam flaşın patlayacağı sırada, ağzın fotoğraf için en uygun biçimi almasını sağlamaktır ve ‘peynir’ derken bu maksada ulaşılmıyor maalesef.

Etrafında dolaştığım alanın çok tehlikeli bir alan olduğunun farkındayım. Ama kendimi bildim bileli, akla, okumaya, araştırmaya ve tefekkür etmeye bu kadar önem veren bir dinin, sadece taklit üzerine yaşanmasına bir anlam verememişimdir.

“Kendisi okuyup araştırma yeteneğine sahip olmayan insanlar ne yapacak peki?” türünden bir savunmanın geldiğini duyar gibi oluyorum. Elbette haklı bir savunma gibi görünüyor… Şahsen bu daracık yerde, üstelik haddimi de aşarak bu savunmayı karşılamaya gücüm yetmez. Ama şundan da eminim ki, taklit kavramı ile, sorgulama, araştırma ve özelikle tefekkür etme kavramları (ki bunlar aynı zamanda birer ibadettir) aynı bünyede ikamet edemezler.

Taklitçilik, maksadı anlamaktan uzaklaştırır insanı. Eyleminin maksadından bihaber olan insan, bir süre sonra otomatiğe alınmış makine gibi, mekanikleşecek, eyleminin ruhundan, ibadetinin şuurundan uzaklaşmış olacaktır. Mezhebini değiştiren kardeşine, din değiştirmiş muamelesi yapacak, gerekirse onunla savaşmayı dahi göze alacaktır.

Birini veya bir düşünceyi taklide değer görmek, bir yerde, ötekinin değersizliğine vurgu yapmaktır. (“Şafiilerden kız alınır mı?” diye soran birine, “Ehl-i Kitaptan kız almak caizdir, Şafiiler de Ehl-i Kitap olduklarına göre, onlardan da kız alınabilir” diyen bir mantık, işte bu kör taklitçiliğin ürünüdür.)

Peki hiç mi faydası yoktur şu taklitçiliğin?..

Bu soruya başkası cevap versin!.. Belki bu vesileyle, çok önemli bir tartışma zemini hazırlanmış olur. Şüphesiz bu konuda yazacak nice yetkin isim vardır.

Biz, gerekirse verilecek cevaplara, yeni ve zihinleri zorlayan, ama samimi ve art niyetsiz, yeni sorular sorabiliriz.

Yine bazı kardeşlerim, Allah Resulü’nün de taklit edilmesi gerektiğini, Alimlerin de peygamberlerin varisi olduğu düşünülürse, onların da taklit edilmelerinin, gayet anlaşılabilir olduğunu söyleyebilir. Oysa Peygamberimiz, taklit edilmesi gereken değil, Yüce Kur’an’ın ifadesi ile, örnek alınması istenendir. O, olsa olsa bir şablon olarak değerlendirilebilir. Ama şablon olayını illa ki taklit kelimesi ile ilişkilendirmek gerekirse, onu da şöyle yaparak yazımızı bitirelim inşallah.

Bazı ürünlerin imalatının yapıldığı yerlerde, örneğin bir metal/torna atölyesinde, sürekli aynı ölçüleri tutturmak için şablonlar kullanılır. Böyle yerlere gidenler, duvarlarda asılı çeşit çeşit şablon görebilirler. Uygulama şu şekildedir: Usta, kesilecek saç levhanın üzerine şablonu koyar ve kulağının arkasındaki kalemi kullanarak, şablonun etrafını çizer, ardından da o çizginin üzerinden kesim işlemini gerçekleştirir ve işi biten şablonu da yerine asar. Şimdi dikkat!.. Şablonun etrafı çizilirken, ne kadar da özen gösterseniz, çizilen alan, şablonun kendisinden ‘bir miktar’ geniş olacaktır. Sürekli aynı şablon kullanıldığı için, kesilen bütün saç parçaları, aynı büyüklükte olacaklardır. Yani hepsi de şablondan ‘bir miktar’ büyük olacaktır.

Şablonu Peygamberimiz olarak düşünürsek, yeni saç parçaları da onun ashabı ve yardımcıları olacaktır. Peki!.. Şablonu bir tarafa atarak, yeni saç parçalarından birini, bir sonrakine şablon yaparsak ne olur sizce?.. Asıl şablondan, ‘iki miktar’ büyük olur değil mi?.. peki ikinciyi üçüncüye, üçüncüyü dördüncüye, dördüncüyü de beşinciye şablon yaparsanız ve böyle yüzlerce tekrarlarsanız ne olur?..

Ben söyleyeyim, TAKLİTÇİLİK olur!..

Sahabe Resulullah’ı, Tabiin Sahabeyi, sonrakiler Tabiinleri, daha sonrakiler sonrakileri vs. vs.

Aklımızı başımıza toplayıp ilk şablonu kullanmaya başlamanın zamanı gelmedi mi artık sizce de?..

farukmagat@hotmail.com