Ramazan Müslümanlığı...

Cihan Aktaş

Sokakta yürürken Ramazan’ın toplumsal etkilerini yansıtan sahneler çıkıyor önünüze adım başı. Mağara Sokağı’nda kadınlar ve çocuklar neşeli sesler yayarak mukabele okudukları evlerden ve Kur’an kursundan dönüyorlar. Mecalsiz klaksonlarıyla geçiyor yarı boş minibüsler; henüz öğle saatleri... Talay Çarşısı’nın önündeki parkta emekliler güvercinleri besleyerek öğle üzeri sıcağını atlatmaya çalışıyorlar. Çöp kutularından kâğıt ve hurda eşya toplayan iki genç kaldırıma oturmuş, dinleniyorlar. Oruç tutabiliyorlar mı? Tutuyorlarsa, sahurdan sonra mı düşüyorlar yola?.. Gazete bayiinde karşılaştığım arkadaşım Betül’le mukabele toplantıları üzerine konuşarak yürüyoruz bir süre. Genç bir radikalken mukabele türü toplantıları küçümsediğimizi, böyle toplantıları kitleler üzerinde afyon etkisi gösteren bir din telakkisiyle ilişkilendirmede de hiç tereddüt etmediğimizi hatırlıyoruz birlikte.

O zamanlar yine yaz aylarına doğru ilerliyordu Ramazan günleri ve uzun günlerin orucu, daha fazla süzülmek, yeryüzünden ayakların daha fazla kesilmesi anlamına gelirdi.

Ayakların yeryüzünden kesik olsa da yürümeyi sürdürmelisin tuttuğun yolda.

Caddeye çıkıp ilerliyorum. Az ileride, sağda, Ramazan olmadığında bazen arkadaşlarımla buluştuğum, dondurmalarıyla ünlü pastane var. Kapalı mekânlara sigara yasağı geldi geleli, pastaneler ve kafeteryalar kapı önlerine masalar yerleştirdiler. Benim buluşma mekânım olan pastane de öyle yapmış. Günün erken saatlerinde de bu masada insanlar oturuyor, bir şeyler yiyor ve içiyorlar. Kimsenin karıştığı, dönüp baktığı yok.

Bu Küçükyalı’da böyle, ama Fatih’te de daha farklı değil. Önceki cumartesi günü Fatih ve Vezneciler sokaklarında epeyce dolaşmam gerekti. Kimsenin kimseye yiyip içtiğinin hesabını sorduğu yok caddelerde, her ne kadar oruç saatlerinde göz önünde yiyip-içenlerin oranı diğer semtlere nispeten bir hayli düşük görünse de...

Oruçlu karşısında yemekten ve içmekten kaçınmak bir bağıştır elbet, sahibini yücelten bir iyiliktir; ama bu bağış, bu iyilik kimseye dayatılamaz.

Günün erken saatlerinde sanırsınız herkes oruçtan uzak bu şehrin sokaklarında, vakit akşama yaklaşırken ise insanların koşuşturmasına, sokakların tenhalaşmasına bakarak, oruçlu olmayan yok bu şehirde, diye düşünürsünüz.

Reklam panolarında Ramazan bazen bir kâse çorba olmuş, tütüyor; bir tel makarna olmuş, çatala dolanıyor. 11 ayın sultanı Ramazan’sa, 12 ayın outlet’i o marka’ymış. Medya, Ramazan ayına ilavelerle, ek sayfalarla dahil olmaya çalışıyor. Ramazan’a özgü “eklemeler”, her türlü sayfada öne çıkan görünme, gösterme ve sahip olmaya ilişkin hırsları nereye kadar törpülüyor, kim bilir...

Sabah
’ın Ramazan sayfası Gökhan Kırdar’la bir röportaj yapmış. Kırdar’ın röportaj sorularına verdiği cevaplar, hakiki bir sanatçının tabiatıyla iyi bir düşünür olacağını ortaya koyuyor. “Sistemin içerisinde durup bildiklerinizi söyleyeceksiniz. Sistemin dışından sistemi eleştirmek kimseye bir şey kazandırmaz. Bu korkaklıktır,” diyor Kırdar, müzik piyasası içinde kendi tarzıyla var olma çabasını anlatırken.

Geleneksel olanı modern biçimlerle yeniden yorumlayan bir müzisyen olarak değerlendiriliyor Kırdar genellikle ve bu çizgisi üzerine sorulan bir soruya cevap verirken de bana çok yakın gelen şu açıklamayı yapıyor: “Gelenekçi bir yaklaşım sergiliyorsanız, ya geleneği olduğu gibi devam ettirmek ya da onu yeniden yorumlamak zorundasınız. Birincisi bana pek yakın gelmiyor, çünkü Tanrı yaratmaya, evren genişlemeye devam ediyor.”

Ramazan, insanın nefsiyle yoğun olarak yüzleştiği bir ay. Kırdar, sadece Ramazan ayında değil, hayatının tamamında kendini dizginleme felsefesine sahip olduğunu söylüyor. Genç bir radikalken, biz de ideal insanın işte böyle bir cehte sahip olması gerektiği inancıyla, beğenmediğimiz dindarları, “Ramazan Müslümanları,” diye küçümserdik. “Oh ne güzel, on bir ay boyunca bildiğin gibi yaşayacak, sonra bir ay içinde o on bir ayı hiç yaşamamış gibi Allah’a çevireceksin yüzünü, öyle mi”; böyle derdik. Oysa yapılan o genellemenin içinde mevcut kişisel mücadeleleri, sıçramaları anlatan hikâyelerin, hikâyelerdeki o çeşitliliğin bize yönelttiği sınav sorularının idraki için yeteri kadar eğitilmiş değildi nefsimiz, henüz.

Bu soruları sormaya devam edeceğiz, Ramazan günleri bir bir tamamlanırken: İftar ve teravi saatleri, toplumun yeniden kaynaştığı buluşmaları mümkün kılıyor mu?.. İftar sofralarının baş konukları, yoksulluğunu bildirmeyen müminler olmalı, değil midir?.. Ramazan günleri bize kendilerini bildirmekten sakınan yoksulları tanıma kavrayışını kazandırıyor mu?..

Kalabalık iftar sofralarının baş konukları, bütün gün şehri dolaşarak çöp kutularından toplumsal israfın hurdalarını kurtarmaya çalışan çöp fedaileri olabilse keşke...

TARAF