Paradigmayı Sorgulamak

SÜLEYMAN NAZLICAN

Epey bir zamandır içinde bulunduğumuz mevcut durum ile ilgili farklı mecralarda kritikler yapmaktayız. Özellikle dokunmaya kıyamadığımız referans kaynaklarımız, içine doğduğumuz siyasal ve toplumsal tabiiyetimiz ya da bir bütün olarak tarihimizin önümüze koyduğu ürünlerle ilgili yaptığımız analizler neredeyse ciltler dolusu içerikler barındırmakta. Fakat bu pratiklerden ve kaynaklardan devşirdiğimiz bilgi ve tecrübelerin barındırdığı gizli paradoksları, problematikleri, anakronizmleri ve çelişkileri hiçbir zaman tartışma konusu etmedik. Oysaki gelinen safhada hayata bakışımızı sabitelerimiz ve değişkenlerimiz üzerinden tekrardan ele almak gibi bir zaruretle karşı karşıya olduğumuzu bilmek zorundayız.

İnsani gelişimin safhaları bizi zoraki olarak yeni bir sorgulamaya tabi kılıyor. Toplumsal yapımızın durumunu, siyasal ufkumuzun niteliğini, kümülatif tecrübemizin kapsamını ve belki de en önemlisi zihinsel durumumuzun gelişime ve değişime hazır olup olmadığını ve bunun önündeki engellerin neler olduğunu bilmek ve ona göre davranmak gibi bir sorumluluğumuz var.

Bizlerin sosyal, siyasal ve kültürel hayattaki yerini bulmanın bir çabası olarak bu farkındalık durumunu daha ileriye taşımak için neler yapılabilir bunun üzerine kafa yormak gerekir. Çünkü hayatla kurduğumuz ilişki çoğu zaman bizim irademizin dışında ve birilerinin önümüze koyduğu şekliyle sürmektedir. Dolayısıyla kendi hayatımızın belirleyicisi olmak konumundan uzaklaştırılmışız. Ya buna ikna edilmişiz ya da zorla mecbur bırakılmışız. Muhakkak hem iknanın hem de icbarın gerekçeleri bir şekilde bizler tarafından tartışılmakta ve ifade edilmektedir. Ancak bu gerekçeler bizleri kendi hakikatimize ulaştırmaya yetmemektedir.

Geçen yazımızda bizlerin dünya tasavvuruna, din tasavvuruna ve bilgi anlayışına ilişkin yaptığımız değerlendirmelerde bir kopuşun yaşandığını ve Müslümanların bu kopuşla beraber tarihin dışına itildiğini ya da kendi elleriyle bunu hazırladıklarını ifade etmeye çalışmıştık. Elbette ifade ettiğimiz epistemolojik kopuş bizim siyasetimizin, felsefemizin, sosyolojimizin, bilimimizin yeniden sorgulanmasını ifade ediyor. Ancak bilinmesinde yarar var gayemiz salt felsefi bir soruşturma değil. Bununla beraber ahlaki bir zorunluluk ve görev olarak bunu yapmak durumundayız. Ve kuşkusuz bu durumun nedenlerini irdelemeye devam etmek gerektiğini düşünüyoruz.

Zihinsel Muhafazakârlık ve Körlüğümüz

İnsan zamanın oğludur demiş eskiler. Yani her dönemin kendine ait düşünüş biçimleri ve bu düşünüş biçimlerinden ortaya çıkan insani pratikler vardır. Dolayısıyla insandan sudur eden ve edecek olan her ne varsa kendi zamanına kayıtlıdır ve bir şekilde sebep sonuç (illiyet bağı) ilişkisine bağlıdır. Bu sebep ve sonuç ilişkilerini ihmal edip olan bitenin bize olduğu gibi aktarılıp aktarılmadığı, anlam sapmasına uğratılıp uğratılmadığı ya da politik tahakkümlere maruz bırakılıp bırakılmadığı konusunda eğer aklımızda bir şüphe yoksa o zaman biz o metne, o anlatıya tamamen teslim olmuşuz (literallik)  demektir.

İşte bizlerin tartışması gereken esas konulardan biri de bu noktadır. Yani; önümüze konan ve okuduğumuz kaynakların içinde barınan ve çoğu zaman teşhis edemediğimiz sübjektif nitelik taşıyan politik angajmanlardan tutun da yöntemsel (usul) ve tarihsel sorunlara kadar birçok hususla muhatap olmaktayız. Çoğunlukla da aktarıldığı gibi olmayan bir dizi olaylar silsilesiyle bir paradigma inşa edilmiş ve hayatımızın merkezine yerleştirilmiştir. Nitekim bütün çelişkilerine rağmen uzun bir dönem kendine yetecek olan ve içinde görece olarak bir dinamizm barındıran bu sistem bir mühlet sonra hariçten gelen beşeri dalgalara karşı artık mukavemet edemeyecek bir konuma gelmiş ve çöküş kaçınılmaz olmuştur.

Bu çöküşün ahlaki sebepleri olmakla beraber merkezi alan olarak ifade edebileceğimiz “dünyaya bakış” ya da sahip olunan “zihniyetten” kaynaklı olduğunu da göz ardı etmemeliyiz. Yine burada din etrafında örülen ağlar devreye girmektedir. “Yorum ağları” diyebileceğimiz ve sonrasında mutlak ve tartışılmaz olarak kabul ettirilen anlayışların bizi bu noktaya getirmiş olduğunu da göz ardı etmemeliyiz. Dahası neyin din, neyin din olmadığı hususunda da kafamız o kadar karışık ki her şeyi birbirine karıştırmış vaziyetteyiz. Sınırlarını bilmediğimiz, gündemimize nasıl sokulduğunu ve kökenine dair en ufak bir fikrimizin dahi olmadığı meselelerde çok cüretkâr davranıp insanları küfürle itham edecek düzeyde bir sığlığın ve kolaycılığın kucağına itilmişiz maalesef.  

Biz bu durumun bizi çepeçevre kuşatan zihinsel muhafazakârlıktan kaynakladığını ve genel tecrübemizin ve tarihte ürettiklerimizin her şeyiyle bize yettiği zehabına kapılarak yeni olana karşı bir paranoya geliştirmiş vaziyette olduğumuzu ve bunu ısrarla görmek istemediğimizi düşünüyoruz. Tartışılmaz kıldığımız siyasal tarihimizin, ilmi birikimimizin ürünü olan metinlerin ve bunlar etrafında geliştirdiğimiz usullerin bizleri nasıl esir aldıklarına dair konuşup tartışmak konusunda çok geç kaldığımız bir gerçeklik olarak önümüzde duruyor.

Birileri kendince bir itiraz olarak şu gerekçeyi önümüze koyabilir; ne yani içinde bulunduğumuz durumun faturasını kendi tarihimize mi keseceğiz, kendi gayretsizliğimizi, tembelliğimizi ve cehaletimizi geçmişe mal ederek mi kurtulacağız? 

Elbette ifade etmeye çalıştığımız şey bu değildir. Bilakis geçmişimize ve bize bırakılan mirasın hakkını vererek haksızlık etmeden yaklaşmak ve faili olmadığımız sorunların yerli yerinde teşhis edilmesinden bahsediyoruz. Aksi takdirde sadece kafamızı kuma gömme pozisyonuna kendimizi itmiş oluruz.

Yine birileri bizden geçmişin sübjektif nitelik taşıyan içinde birçok çıkmazlar, delikler, boşluklar ve çelişkiler barındıran sözüm ona hâkim söylemlerine, düşünüş biçimlerine sorgulamadan bir tabiiyet bekleyebilir. Fakat bizim bunlara vereceğimiz cevap;  bizler kitabı kerimin ifadesiyle “tevhide ve sünnetullaha aykırı, tahrife uğratılmış, çürütülmüş, eğilip bükülmüş ve birilerinin ihtirasına kurban edilmiş atalar dini formuna sokulmuş bir inanıştan, çarpık ve tedavülden kalkmış bir bilgi sisteminden” uzağız ve bunlara uymak zorunda değiliz.

Onların bizi çağırdığı şey tamamen atalar dininin muhafazakârlığı ve sünnetullaha karşı kör olma durumudur. Onun içindir ki geleceğe ilişkin perspektifimiz hep yarım yamalaktır ve mantığımız da dumura uğratılmıştır. Akıl tutulması dediğimiz şeyin tarifi de budur yani bilincin sakatlanması ve etrafta olup bitene bakmada şaşılık durumu. Bu bakışlarla geleceği inşa etmek muhal olduğu gibi ümmetin kurtuluş reçetesi de oralarda değildir. Unutulmamalıdır ki Allah bizi atalarımıza uymadığımız için sorumlu tutmayacaktır. Onun dinini doğru algılayıp algılamadığımızdan, doğru yaşayıp yaşamadığımızdan sorumlu tutacaktır. Artık kendimize gelip fark etmemiz lazım, Allah dışında mutlak bilgiye sahip hiçbir varlık yoktur. Hele insan dediğimiz varlık böyle bir yetkinliğe ve yeteneğe sahip değildir. Bizlerin tecrübe ettiği ve hayatımızda kullandığımız bütün bilgiler (siyasal, sosyal, bilimsel, felsefi…) zamana kayıtlıdır. Hiçbir zaman evrensel değildir. İnsana ait mutlak bilgi, mükemmel bilgi, sonsuz bir bilgi yoktur. İnsanın kullandığı her şey, bütün bilgiler ve deneyimler değişime uğramaya mahkûmdur.

Yeniden Tarihin Öznesi Olmak için Kendilik Bilinci ya da Marifet

Marifet denilen şey: kişinin hem kendisiyle hem de dünya ile kurduğu ilişkinin yani; insanın kendi hakikatini arama çabasının, etrafında olup bitene dair gösterdiği ilginin, özgürlük ve adalet kavgasının, iyilik, estetik ve güzellik kaygısının bir sonucu olarak ortaya çıkan insani farkındalığın tanımıdır. Marifet ile ilmi birbirinden ayıran şey, ilmin daha genel hususları ihtiva etmesidir. Oysaki marifet özel bir dolayımdan ortaya çıkan kişinin özne olma hali, kendi farkında olma bilincidir. Dolayısıyla yeryüzünde özne olmanın ve özgür olmanın en temel koşuludur marifet. Eğer kendimizi tanımıyorsak, Rabbimizi tanımıyorsak, dünyayı tanımıyorsak yaşamın anlamına dair zihnimizde tanımlanmış bir mana yoksa o zaman biz bir hiç olmaya mahkûmuz. Bilindiği gibi marifet kavramı daha çok tasavvufla bağlantılı olarak ele alınır fakat bizce sadece oraya hasredilebilecek bir kavram değildir. Özellikle bilgi anlayışımızı yeniden gözden geçirirken bazı kavramaları da yeniden ele almamızda yarar var.

Kendi gerçekleriyle yüzleşmeyen toplumların, sürekli düşmanı dışarıda arayan bir zihniyetin kendini var etmesi mümkün değildir. Dolayısıyla önce kendimize dönmeli ve kendimizi yargılamalıyız. On beş asırlık bir medeniyetin içine düştüğü bu acınası zillet hali bizden kaynaklıdır. Pusulayı nerede kaybettiğimizi ve istikametten nasıl çıktığımızı bütün detaylarıyla sorgulamalı ve tekrardan doğru yola koyulmanın imkânlarını yaratmalıyız. Bu da bireysel olarak başlayan ve aşama aşama olgunlaşarak toplumsal bir sinerjiye dönüşebilecek bir zihniyet devrimiyle mümkün olabilir.   Onun için algılarımızı olabildiğince açıp etrafımızı saran yalancı tahayyüllerin ayartısına kapılmadan gelecek ufuklara yönelmenin sahih araçlarına ulaşmanın çabası içerisinde olmalıyız. Bu hem tarihe hem bugüne hem de geleceğe karşı insani, İslami ve ahlaki bir sorumluluktur.