Oyunlarım ve oyuncaklarım

Yavuz Bahadıroğlu

Hiç oyuncağım olmadı. Hiçbir köy çocuğunun oyuncağı yoktu. Şehir çocukları renkli topun arkasında koşuştururken, ya da rengârenk misketleri sektirirken, gıpta ile bakmam bu yüzdendir. Biz ise yün ipliği çaputlara sararak yaptığımız topla oynardık. Cam misketimiz bile yoktu. Killi toprağı yuvarlatır, kızgın külün içinde pişirir, mavzer fişeğiyle (yahut bıçakla) şekillendirdikten sonra zeytinyağı ile parlatır, bunlarla misket oynardık.

Fındık çubuklarından direksiyon yapıp “araba” olurduk. Bazen de sapanla (ki biz “sapan” değil, buna “çatal” derdik) kuş avına çıkardık. Bir çemberimiz, hatta topacımız bile yoktu: Topaç yerine ceviz çevirirdik.

En çok oynadığımız oyunlar “saklambaç”, “can kurtarmaca”, “birdirbir” gibi âlet gerektirmeyen masrafsız oyunlardı...

Kızlar da ip atlar, seksek oynarlardı.

Evet, hiç oyuncağım olmadı, renkli bilyelerim olmadı, topum olmadı, çemberim, topacım olmadı. Uçurtmam oldu çok şükür, onu da benden büyük bir arkadaşımın (Âdem) yardımıyla gazete kâğıdından yaptık.

Maalesef çocuk kitaplarım da olmadı. Sahip olduğum ilk kitap, aile büyüklerinden kalma Osmanlıca “Battal Gazi” idi. Okuduklarım rüyalarıma girer, “Battal Gazicilik” oynardım.

İlkokula başladığımda “Alfabe” ile tanıştım. Onun yanında bir de “Kıraat” (Okuma) kitabı vardı: Birinci sınıfın ikinci yarısından itibaren okutulurdu.

Oyuncaksız ve kitapsız bir çocukluk yaşadım. Belki de bu yüzden, içimde müthiş bir okuma açlığı doğdu: Elime ne geçtiyse okudum.

Çocukluğumun sonlarına doğru “Süpermen” isimli bir çizgi roman geçti elime. Defalarca okudum. Uçan adam beni sarmıştı. Sonra diğer çizgi romanlarla tanıştım: Tom Miks, Teksas, Kinova, Teks filan... Biriktirir ve ciltleyerek (kendim ciltleyerek) saklardım. Böyle böyle iyi-kötü bir kitaplığım oldu.

Köyde kitaplığı olan tek çocuk bendim. Kitap rüyalarıma girerdi. En istediğim şey kitap dolu bir odanın ortasına oturup çeşitli kitaplar okumaktı...

Bu sadece rüyalarımı değil, hayallerimi de süslerdi.

Babamın özendirmesiyle yedi yaşlarında namaza başladım. O yaşta dini bilgim hatırı sayılır seviyede idi. O kadar ki, soracak hoca bulamayan bazı yetişkinler, zaman zaman benim bilgime başvururlardı.

Köy camiinde sürekli bir hoca yoktu. Devlet şimdiki gibi her camie bir hoca tayin etmezdi. Sadece üç aylarda, bazen de yalnız ramazanlarda hoca tutulurdu. Köylü verirdi maaşını, yemeğini.

Bizim Oflu Hoca’nın neden arka arkaya bir birine benzemez iki ezan (Bağırarak Türkçe, fısıldayarak Arapça) okuduğuna akıl erdirmeye çalışırdım...

Hoca her “Tanrı uludur” (Türkçe ezan böyle başlardı) diye başladığında, evi cami yakınında olan Naima Ana, “Uluyasunuz da piçaklara (bıçak) gelesünüz inşallah” diye beddua ederdi. Bunun sebebini çözemeyip babama sorduğumda, yaş dolan gözlerini benden kaçırmıştı.

Bir gün baktım, evdeki kitapların çoğu bohçalanıyor...

Risale-i Nur, Mızraklı İlmihal, Namaz Hocası, Kara Davut, Marifetname, Battal Gazi, Muhammediye, Mevlid...

Akıl erdiremediğim için ne yaptığını sordum. Meğer İstanbul’da Birinci Abi’yi (Büyük Amcamın oğlu) “nurculuk”tan tutuklamışlar. Bu yüzden her an evimiz basılabilirmiş. Tedbiren kaldırıyormuş.

Yasaklar sadece dini konuları kapsamıyordu, sahilden birkaç balık tutmak, tarlada üretilen tütünü kıyıp içmek, takke giymek de yasaktı!

Sahil boyunca jandarmalar dolaşır, birkaç balık tutmaya çalışan çocukların oltasına el konur, temiz bir de sopa çekilirdi.

Köyde burnundan kıl aldırmayan amcaların jandarma karşısında neden susta durduklarını, el bağlayıp boyun büktüklerini anlamıştım.

Bu sadece jandarma korkusu değil, devletle bir şekilde ilişkisi olan herkese karşı duyulan derin bir korkuydu. Sanırım nefretten besleniyordu.

YENİ AKİT