Devlet Bahçeli’nin DEM Parti milletvekilleriyle tokalaşması ve hemen akabinde Öcalan’ın örgütüne yönelik silah bırakma ve fesih çağrısı yapmasıyla başlayan süreç, belli bir rotada ilerlemektedir.
Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” kapsamında ilk etapta 30 örgüt üyesi, Kürdistan Bölgesel Yönetimi kontrolündeki Süleymaniye’de sembolik bir törenle silah bıraktı. Bunun ardından, sürecin yasal altyapısını oluşturmak amacıyla TBMM çatısı altında Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu kuruldu.
Başkanlığını Numan Kurtulmuş’un yaptığı komisyon, bugüne kadar toplumun farklı kesimlerinden STK temsilcilerini, kanaat önderlerini ve konuyla ilgili görüş ve önerilerini paylaşan birçok kişi ve kurum temsilcisini dinledi. Gelinen aşamada tüm dikkatler, komisyonun hazırlayacağı rapora çevrilmiş durumda. Söz konusu raporun, ilerleyen süreçte atılacak yasal düzenlemeler ve siyasi adımlar açısından yol gösterici bir çerçeve sunması bekleniyor.
Numan Kurtulmuş, sürecin yürütülmesi sırasında ne Öcalan’la ne de örgütle herhangi bir pazarlık yapılmadığını defalarca vurguladı. Bununla birlikte, silah bırakan örgüt üyelerinin geleceği, kayyum atanan belediyeler, cezaevlerindeki örgüt mensupları ve diğer siyasi tutuklular ile görüş ve önerileri alınan sivil toplum temsilcilerinin katkıları doğrultusunda hazırlanacak olan “demokratikleşme paketi” kapsamında yapılması planlanan yasal ve anayasal düzenlemelerin kapsamı büyük önem taşıyor.
Öcalan’a olası bir af meselesi ve Suriye’de PYD’nin geleceği gibi hassas konulara dair belirsizlikler sürse de, hem devlet kademesinde hem de örgüt kanadında bu konuların ele alınışında dikkatli ve özenli bir dil kullanılmaya gayret ediliyor.
Siyasi tutuklular denildiğinde, takdir edileceği üzere akla gelen ilk isimlerden biri Selahattin Demirtaş’tır. Edirne F Tipi Cezaevi’nde tutuklu bulunan HDP eski Eş Genel Başkanı Demirtaş, cezaevi koşullarının elverdiği ölçüde sürece katkı sunmaya çalışmakta; kendince olumlu ve yapıcı mesajlar vermeye gayret etmektedir.
Demirtaş, bir haber sitesine gönderdiği "Sürecin muhasebesi: Neler yapabilirdik ya da yapabiliriz?" başlıklı son yazısında yaptığı bazı değerlendirme ve önerilere ilave olarak “bir otobüs dolusu genç Edirne’den, bir otobüs genç de Hakkari’den yola çıksaydı, Anıtkabir’de buluşup Türkçe ve Kürtçe bir kardeşlik bildirisi okusalar, bildiriyi Anıtkabir defterine de yazsalardı.” Tavsiyesinde bulundu.
Toplumun farklı kesimlerinden ciddi tepkiler alan Demirtaş’ın Anıtkabir ziyareti önerisi, farklı toplumsal kesimler arasındaki buzların erimesi ve soğukluğun giderilmesi boyutuyla olumlu bir anlam yüklense de, Türkiye’nin uzun yıllardır süregelen Kürt meselesi ve hâlihazırda çözüm üretmeye çabalanan Birlik ve Kardeşlik hedefinin önünde engel teşkil eden temel problem, Kemalizm’in mirasıdır. Zira Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Türkiye’de uygulanan laikliğe dayalı Kemalizm, toplumu birleştirmek yerine ayrılığı ve ırkçılığı körüklemekten başka bir işlev görmemiştir.
Demirtaş’ın çıkışında görülen paradoks ve çelişkiye benzer bir durum, daha önce Alevilerin tavırlarında da gözlemlenmişti. Dersim katliamının yarattığı baskı ve korku iklimiyle ilişkili olduğu düşünülen Kemalizm güzellemeleri, ilginç bir şekilde zaman içerisinde kalıcı bir tutuma dönüştü.
Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren başlayan ve Cumhuriyet döneminde hız kazanan katı laiklik ile etnik temelli Türk milliyetçiliği/ulusçuluğu anlayışına dayalı Kemalist paradigma; bu paradigma çerçevesinde hayata geçirilen yönetim zihniyeti ve politikalar, baskı, inkâr ve asimilasyon biçiminde somutlaşarak, bir arada yaşamanın temel paydalarını oluşturan kardeşlik, adalet ve eşitlik ilkelerini tahrip etmiştir.
Tek parti dönemleri ve askeri darbeler aracılığıyla kökleştirilmeye çalışılan bu anlayış, toplumu birleştirmek bir yana, ayrılığı ve ırkçılığı körüklemiş; kutuplaşmayı ve gerilimleri derinleştirerek toplumsal çatışma dinamiklerini beslemiştir.
Tarihsel bir perspektiften bakıldığında, Kürt meselesi, bölgedeki ulus-devlet modelinin yapısal krizinin bir yansıması olarak dikkat çekmektedir. Cumhuriyetin kurucu kadrolarının “ümmetten bir ulus yaratma” hedefiyle inşa ettikleri Kemalist ideoloji, toplumsal birlik için bir ortak değer oluşturmak bir yana; baskıcı ve dışlayıcı politikalarıyla ayrışma, kutuplaşma ve çatışma zeminine dönüşmüştür.
Özetle, vahiyden uzaklaşan zihin değer üretememiş, üretmesi de zaten beklenemezdi. Sadece Kürtler değil, Aleviler, Ermeniler ve Süryaniler de ulus devletin tek tipçi politikalarından olumsuz etkilenmiş; binlerce yıl farklı dini, mezhebi ve etnik unsurları sulh ve esenlik içinde yaşatan barış iklimi büsbütün zehirlenmiştir.
Modern Türkiye’nin en köklü sorunlarının merkezinde yer alan Kemalist ulus inşa projesi, toplumu “tek kimlik, tek kültür, tek inanç” kalıbına sığdırmaya çalışırken, tarih boyunca bu toprakları ayakta tutan çoğulcu ve adalet merkezli medeniyet tasavvurunu ortadan kaldırmıştır. Bu yaklaşım, bir yandan Batılılaşma adına toplumsal dokuyu dönüştürürken, diğer yandan dinin toplum içerisindeki belirleyici rolünü engellemiştir. Sonuç olarak, İslam’ın inşa ettiği kardeşlik hukuku yerine, modern ideolojilerin dayattığı yapay kimlikler ikame edilmiştir.
Gelinen aşamada, sorun yalnızca Kürtlerin ya da diğer etnik grupların talepleriyle sınırlı değildir; asıl sorun, ümmet bilincinin tasfiyesiyle ortaya çıkan ontolojik kopuştur. Vahiyden uzaklaşan bir toplum, ne adaletin gerçek kaynağını bulabilir ne de hakikatin etrafında kalıcı bir barış inşa edebilir.
Bugün yeniden gündeme gelen “birlik” ve “kardeşlik” vurguları, ancak adalet ve hakkaniyet ilkeleri çerçevesinde tahkim edildiğinde anlamlı ve kalıcı bir zemine oturabilir. Kürt meselesi de dâhil tüm toplumsal sorunlar, ancak İslam’ın evrensel kardeşlik ve adalet ilkeleri doğrultusunda ele alındığında gerçek bir çözüme kavuşabilir.
Kemalizm’in miras bıraktığı baskıcı ve dışlayıcı paradigma yerine, ümmetin müşterek değerlerini esas alan yeni bir siyasal ve ahlaki tahayyül inşa edilmedikçe, her çözüm çabası yüzeyde kalmaya ve yeni hastalıklar üretmeye mahkûmdur.