Önce adını doğru koyalım: Suriye değil, Esed rejimi!

RIDVAN KAYA

İşlediği onca katliama, vahşete rağmen Esed rejiminin Türkiye’de güçlü bir desteğe sahip olduğu dikkat çekici bir olgu olarak önümüzde duruyor. On yıldır devam eden savaş süresince neredeyse insanlık suçlusu bir rejime yönelik hiç azalmadan, kesintiye uğramadan sürdürülen bu sahiplenici, aklayıcı tutum son gelişmelerle birlikte ivme kazanmış halde.

Bir yandan Rusya’nın rejimi tam manasıyla arkalaması, öte yandan ABD ve Batılı ülkelerin daha riskli bir alternatife karşın Esed’i kötünün iyisi olarak kabullenmeleri Suriye’de mevcut statükoyu güçlendirdi. Ve doğal olarak bu durum Türkiye’de rejim yanlısı tescilli şebbihaları daha bir pervasızlaştırırken, düne kadar biraz daha kenarda duran kimi çevreleri de artık Esed rejimini tanımak gerektiği tezine yaklaştırdı.

Katille bir kucaklaşabilsek tüm dertler deva bulacak!

Son dönemde Esed rejimiyle ilişkilerin geliştirilmesi tezinin gerek bazı muhalif siyasi parti temsilcileri, gerekse de kimi akademisyenler ve gazeteciler tarafından adeta Türkiye’nin kronik pek çok sorununun biricik çözümü, kaçınılmaz şartı şeklinde ileri sürülmesi de ilginç bir manzara oluşturuyor. Öyle ki Esed rejimiyle tekrardan iyi ilişkiler kurulduğu andan itibaren ABD’nin tuzaklarını boşa çıkartmaktan, PKK/YPG’nin oluşturduğu güvenlik tehdidine, büyük bir sorun alanı olarak tanımlanan muhacirlere kadar pek çok konuda sorunlar çözüm aşamasına girecekmiş gibi bir hava oluşturuluyor.

Şüphesiz tüm bunlar sahadaki gerçeklikle hiçbir ilgisi olmayan iddialar. Bilakis Esed rejimini tanımanın Türkiye’yi bir dizi açmazla karşı karşıya getireceği ortada. Türkiye’nin bir yandan Esed rejiminin meşruiyetini kabul edip, öte yandan gerek İdlib, gerekse de Bab, Cerablus, Afrin, Resulayn ve Tel Abyad’daki varlığını nasıl sürdüreceği sorusunun cevabı yok. Buralardan çekilme durumunda ise çok daha vahim bir güvenlik tehdidiyle karşı karşıya kalınacağı ise ortada. Ayrıca şu haliyle şikâyet edilen mülteci/muhacir sorununun da bu tür bir gelişmeyle katlanarak artacağı kesin.

Türkiye’nin Esed rejimiyle acilen ilişkilerini geliştirmesi gerektiği propagandası yapan çevreler şu an itibariyle Suriye’de bağımsız, egemen bir devlet yapısının bulunmadığı gerçeğine gözlerini yummuş haldeler. Kısmen İran’ın, büyük ölçüde ise Rusya’nın desteğiyle ayakları üzerinde duruyor gözüken rejimin son kertede bağımlı ve yapay bir oluşum olduğunu kabullenmek istemiyorlar. Buna bağlı olarak da zaten Rusya ile güçlü ilişkileri bulunan Türkiye’nin Suriye’deki gelişmeler için asıl söz sahibi güç varken, kukla bir yönetimle irtibat kurmasının kendisine ne kazandıracağını izah edemiyorlar.

Irkçı bakış açısı zalimi sevimli gösteriyor!

Şebbihalaşmış çevreler açısından konu politik olmaktan çok ideolojik. Akidevi bir bağlılıkla Esed rejimini öne çıkartan bu çevrelerin öteden beri Tayyip Erdoğan’ın yenildiğine ilişkin açık, net bir tablo özlemiyle yanıp tutuştukları biliniyor. Kısmen iktidara politik muhalefet saikiyle, kısmen de ulusalcı zihniyetlerinin beslediği ırkçı asabiyecilik ve Ümmet karşıtlığıyla tutum belirleyen daha geniş bir çevre içinse Esed rejimi ile ilişkilerin yeniden tesisi Türkiye’nin muhacirlerden arındırılmasına hizmet edecek bir adım olarak yorumlanıyor.

Nitekim nasıl olacağına dair hiçbir somut öneri getirmeden bazı siyasetçi,  akademisyen ya da gazetecilerin son derece basit, yüzeysel bir söylemle rejimle anlaşıp Türkiye’ye sığınmış milyonlarca Suriyeliyi geri gönderme hesapları yaptığına şahit oluyoruz. Rejim korkusuyla milyonlarca Suriyelinin sınıra yakın bölgelerde beklediği gerçeğini görmezlikten, duymazlıktan gelen bu tipler ne enteresandır ki yıllardır bu ülkeye yerleşmiş milyonlarca insanın birtakım sözler, vaadler karşılığında geri dönebilecekleri saçmalığına inanıyor ya da inanıyor görünüyorlar. Sistematik biçimde etnik temizlik harekatı gerçekleştirmiş bir rejimin bu insanların geri dönmesini kabul edeceğini zannedecek kadar ahmak olup olmadıkları hususunda maalesef net bir şey söyleyemiyoruz!

“Suriye ile ilişkilerimizi düzeltelim” söylemini dillendirenler kimler diye baktığımızda farklı saik ve kaygılardan hareket eden geniş bir çevreyle karşılaşıyoruz. Aralarında kimler yok ki! Esed rejimine ideolojik yakınlık duyanlar; Suriye muhalefetinin İslami renginden hazzetmedikleri için İslami hareketlere düşmanlıkla her türlü dikta yönetimine sempati geliştirenler; Erdoğan nefretiyle Esed’e kahraman payesi takmaya can atanlar; tipik ırkçı, yabancı düşmanı duygularla muhacirleri ne pahasına olursa olsun geri gönderme hülyaları kuranlar; ulusalcılık adlı vicdansızlığın “biz sınırlarımızı kapatalım, içeride rejim halka ne yaparsa yapsın bizi ilgilendirmez” mantığını benimseyenler vs.

Bizi ayrıştıran kaygılar nerede?

Hiçbirine denilecek bir şey yok, bu insanlık suçlusu rejime duydukları muhabbet gerçekten hepsine çok yakışıyor! Ama son zamanlarda bu koroya ‘mahalle’den de katılımlar olduğu görülmekte. Elbette birtakım maslahatlar ileri sürülerek ve biraz mahcup, biraz dolaylı yollarla da olsa sonuçta aynı kapıya çıkacak bir söylemin bugüne dek meseleye insani, ahlaki, İslami hassasiyetlerle bakmış çevrelerden de gelmeye başlaması epey üzücü.​​​​​​​

Bu bağlamda Umran Kültür ve Medeniyet Hareketi adına yapılmış son açıklamada dillendirilen talep dikkati çekiyor. Umran Hareketi’nin 13 Ekim tarihli ve “Türkiye Şer İttifakının Yunanistan Üzerinden Kurduğu Oyunu Bozmalıdır” başlıklı basın bildirisinin sonuç kısmında iktidara yönelik bir dizi talep arasında şu da ifade edilmiş:

“Türkiye, İslâm coğrafyasındaki tüm ülkelerle Suriye, Mısır, Irak, Suudi Arabistan, BAE dahil ilişkilerini iyileştirmeli, yeni ittifaklar geliştirip inşa etmelidir. İslâm ülkeleri yöneticilerine Birinci Dünya savaşında düşülen hatalara düşülmemesi gerektiği belgelere dayalı olarak anlatılmalı ve halkı Müslüman olan bu ülkeler kazanılmalıdır.”

​​​​​​​Basın bildirisinin içeriğini uzun uzadıya tartışmaya gerek görmüyoruz. Temel tezi devleti yönetenlerin dikkatlerini Yunanistan’ın Batı desteğiyle silahlanmasına yönelik tehdit tablosuna çekmek olan açıklamanın sorunlar sıralamasında bu kadar önem arzedip arzetmediği üzerinde ayrıca durulabilir. Açıkçası kendilerine İslami bir kimlik atfeden çevrelerin Ümmeti doğrudan ilzam eden bunca sorun ve yakın tehdit unsuru varken Yunanistan tehdidine odaklanmasını manidar buluyoruz.

Aylardır bu ülkede yoğun bir ırkçı dalgayla muhacirler düşmanlaştırılıp hedef haline getiriliyor. Suriye’de rejim ve hamilerinin katliamları aralıksız biçimde devam ediyor. Afganistan’da Amerika ve NATO’nun zelil biçimde ülkeyi terk etmesi karşısında belli çevreler Taliban’ı hedef alan kampanyalar yürüterek Müslümanların zaferini gölgelemeye, İslami hareketleri karalamaya çalışıyorlar. Doğrudan tavır almamızı gerektiren bu ve benzeri pek çok gündemi es geçip ‘Milli Mücadele’ günlerine de atıf yaparak Yunanistan tehdidini gündemleştirmenin bize ne kazandıracağını bilmediğimizi vurgulayıp asıl konumuza dönelim.​​​​​​​​​​​​​​

Önceliklerimiz yer mi değiştiriyor?

Umran Hareketi’nin bildirisinde Türkiye’nin son yıllarda sorun yaşadığı 5 ülkenin adı zikredilmiş. Suriye hariç, zaten bahsi geçen ülkeler Türkiye’nin son aylarda diplomatik ilişkilerini yeniden başlattığı ülkeler. Dolayısıyla talep bahsi geçen 4 ülke açısından anlamlı durmuyor! Acaba amaç hassaten Suriye’nin zikredilmesiydi de fakat bunun bir bağlama oturtulması gerektiği mi düşünüldü?

Burada Umran Hareketi’ne Suriye’yi şu anda yöneten rejimin mahiyetini falan anlatacak değiliz, vahşet çıtasını arşa çıkaran bu rejimi en az bizim kadar tanıdıklarını biliyoruz. Peki bu dostlarımız, bunca zulmü işlemiş ve halen de katliamlarını sürdüren bir rejimle ‘iyi ilişkiler’ kurmanın o rejimi ve suçlarını kabullenmek anlamına geleceğini bilmiyorlar mı?

Klasik bir söylem var, “rejimler geçici halklar kalıcı, biz halkı önemsemeliyiz” şeklinde. İşte tam burada Suriye halkının, başta askeri olarak destek verilen muhaliflerin kontrol ettiği bölgelerde yaşayanlar ve Türkiye’ye sığınanlar olmak üzere, Suriyeli kardeşlerimizin ne düşündüğünü, ne beklediğini gözetmek durumunda değil miyiz? Rejim ile yakınlaşmanın bu mazlum kardeşlerimizi nasıl zora sokacağını göremiyor muyuz?​​​​​​​

Reel politiğe boyun eğmek adaleti terk etmektir!

Esed rejimi ile yakınlaşmanın reel politik zeminde bir getirisinin olmayacağına yukarıda değinmiştik, tekrara gerek görmüyoruz. Ama eğer “Suriye topraklarında yaşayan milyonlarla ilişkilerimiz ne olacak, rejimden ziyade bu halkı gözetmek durumundayız” kaygısından hareketle bu tez dillendiriliyorsa aynı mantığın Siyonist İsrail için de geçerli görülüp görülmediğini sormak isteriz. Öyle ya İsrail adlı çetenin tasallutu altında da milyonlarca Filistinli kardeşimiz yaşıyor. Onlarla münasebetimizi geliştirebilmek gerekçesiyle Siyonist çeteyi de meşru görecek miyiz?

“Ama İsrail başka, onlar işgalci, hiçbir şekilde meşru görülemez!” denilecekse Allah için soralım: İşgalci, Siyonist çetenin 70 yılda katlettiğinden kat kat fazlası kardeşimizi gözlerimizin önünde kısa bir süre içinde en vahşi yöntemlerle katleden, Siyonist çetenin tehcir ettiğinden daha fazla masumu ülkelerinden dünyanın dört bir yanına süren, sayısız çocuğumuzu sakat bırakan, binlerce bacımıza Siyonistlerin bile yapmadığı iğrençliği reva gören bu alçak rejimin meşruiyeti nereden geliyor? Yoksa ulusal menfaatler, reel politik, ülke güvenliği ve benzeri söylemler, gerekçeler sizin için de kardeşlik hukukunun, adaletin, vicdanın önüne mi geçmiş bulunuyor?