Obamanın İsrail hassasiyeti

2008 yılında büyük beklenti ve umutlarla iktidara gelen ABD Devlet Başkanı Barack Obama, gerek Ankara gerekse Kahire'de yaptığı konuşmalarda Ortadoğu'nun en önemli sorununu teşkil eden Filistin meselesinin çözümünün öncelikleri arasında ilk sırada yer aldığını ilan etmesiyle Arap ve İslam âleminde büyük bir destek ve sempati kazanmıştı.

Aynı Başkan Obama geçtiğimiz günlerde önce Amerikan diplomatlarına yönelik yapmış olduğu konuşmasında ve daha sonra Amerika'nın önde gelen Yahudi lobisi konumunda olan IPAC'ın temsilcileri önündeki ikinci konuşmasında üç yıl önceki sözlerinden uzaklaşarak Araplar arasında büyük bir hayal kırıklığının yaşanmasına neden olmuştur.

Başkan Obama'nın Dışişleri Bakanlığı'ndaki konuşmasında Filistin sorunu ile ilgili BM Güvenlik Konseyi'nin 1967 yılındaki 242 sayılı kararında geçen iki devletli çözüm ve nihai sınırların çizilmesi yönündeki açıklamaları, aradan birkaç saat geçmeden ve siyasî analistlerin ABD-İsrail ilişkilerinin önemli ölçüde sarsılacağına yönelik yorumlarını boşa çıkartarak, IPAC önünde yaptığı konuşmada sözlerinin yanlış anlaşıldığını, 67 sınırlarına dönülmesi konusundaki düşüncesinin aradan geçen uzun süre nedeniyle sınırların demografik ve coğrafî değişiklikler dikkate alınarak çizilmesi gerektiğini söyleyip ilk sözlerinin yarattığı heyecanı sona erdirmiştir.

Arap âleminde yaşanan devrimlere desteğini esirgemeyen ve onları demokratikleşme ve insan haklarının yerleşmesinin bir tezahürü olarak nitelendiren Obama, nedense Filistin meselesinin çözümü hususunda ısrarcı olmamakla birlikte; Mahmud Abbas'ın önümüzdeki sonbaharda Birleşmiş Milletler'in gündemine getirmeyi düşündüğü Filistin Devleti'nin ilanı girişiminin barışa yönelik bir adım olmaktan çok sorunu daha da derinleştireceğini belirtmekten çekinmemiştir.

Bu bağlamda Obama; Yahudi yerleşimlerinin genişletilmesi hususunu gündeme getirmemiş, Hamas ile El Fetih arasında imzalanan barış anlaşmasını İsrail için bir tehlike olarak addederek Fetih yöneticilerinin terör örgütü olarak gördükleri Hamas ile ittifak yapmaktan vazgeçmesini talep etmiştir.

Nitekim ABD'de bulunan ve Amerikan Senatosu'ndaki konuşmasında Obama'nın bu tutum değişikliğinden dolayı memnuniyetini gizlemeyen İsrail Başbakanı Netanyahu, kendisine gösterilen ilgi ve destek ile birlikte, barış umudunun bir başka bahara ertelendiğini, 1967 sınırlarına yönelik taleplerin rafa kaldırıldığı, Kudüs'ün geleceği ve Filistinli mültecilerin dönüşü sorunu ve Yahudi yerleşim birimleri konusundaki politikalardan ülkesinin geri adım atmayacağını ilan etmesiyle son noktayı koymuştur.

Netanyahu konuşmasında;

Mahmud Abbas'ın yirmi yılı aşkın bir süredir tekrarladığı diyalog ve müzakere yoluyla çözüme varılması yönündeki taleplerini karşılıksız bırakmaya devam edeceği;

Arapların İsrail'e yönelik 2002 Beyrut girişiminin zamanaşımına uğradığı ve yeni bir sürece ihtiyaç duyulduğu,

Arap devrimlerine yönelik Amerikan desteğine rağmen bu halk hareketlerinin tehlike oluşturduğunu ve bu gelişmelerin İsrail'i tehdit edecek aşırı unsurların önünü açacağı şeklindeki sözleri sonrasında Obama'nın Dışişleri Bakanlığı'ndaki konuşmasında cılız da olsa ifadesini bulan çözüm umudu, tamamen sönmüştür. Dahası İsrail-Filistin barışı konusunda arabulucu rolü üstlenen Beyaz Saray özel temsilcisi George Mitchell'in istifa etmesi ve bu gelişmenin gündeme dahi gelmemesi Filistin baharının Arap baharının sonrasına ertelendiğinin bir başka kanıtıdır.

Netanyahu'nun, Senato'daki 25 dakikalık konuşmasının yirmi beş kez hem de uzun alkışlarla kesilmesinden de anlaşılacağı gibi, ABD-İsrail ilişkileri son derece derin bir yapıya sahip olmanın yanı sıra partiler ve siyasetçiler üstü bir özellik taşımaktadır. Yahudi kökenli Cumhuriyetçi parlamenter Eric Canter, Arap-İsrail uyuşmazlıklarının temelinde 67 sınırlarıyla ilgili tartışmaların değil; Arap âleminin İsrail devleti ve Yahudilere karşı beslediği kin ve nefret duygularının yatmakta olduğuna yönelik iddiaları ve aldığı yoğun destek de bu durumu doğrular niteliktedir. Nitekim Yahudi lobilerinin Amerikan iç siyasetinde sahip olduğu yönlendirici rol de dikkate alındığında, siyasetçilerin getireceği önerilerin ve taleplerin söz konusu lobilerin seçmen nezdinde sınırlı olduğu net bir biçimde görülebilecektir.

Başkan Obama, Beyaz Saray'ın önceki ev sahipleri gibi İbrani Devleti'nin lehine çizilen kırmızı çizgileri kendisinin de aşamayacağını, iki ülke arasındaki görüş ayrılıklarının aralarındaki güçlü stratejik ilişkileri etkilemeyeceğini görmüştür. Nitekim Obama yönetiminin BM Güvenlik Konseyi'nin yeni yerleşim birimleri nedeniyle İsrail'i kınayan karara veto silahını kullanması bu durumun açık bir tezahürüdür.

Amerikan Başkanı ikinci dönem için adaylığını IPAC'taki konuşmasında ilan etmeyi tercih ederek, Yahudi lobilerinden destek aradığını ortaya koymuştur. Fakat Arap dünyasındaki devrimlerin devamını arzulayan Amerikan yönetimi, bu yöndeki talepleriyle birlikte İsrail'i de baskı altına almak zorunda olduğunu, İsrail taraftarı tek yönlü dış politikanın artık sürdürülemeyeceğini görmek zorundadır. Kaldı ki ABD'nin ekonomik, politik ve askerî desteği İsrail'i müzakere masasına çekmekten çok daha da uzlaşmaz bir tavır benimsemesine neden olmakta ve Arap halklarının tepkisini daha artırmaktadır. Bunun da ötesinde Netanyahu Hükümeti'nin şimdiye kadar avantaj olarak gördüğü halklarından kopuk Arap diktatörlüklerinin yıkılması ve yeni güçlerin başa geçmesi karşısında bu kez nasıl bir tavır izleyeceği hususunda Amerikan yönetimi gardını almak zorundadır. ABD, İsrail'in geçtiğimiz günlerde Nakba'nın 63. yıldönümündeki anma törenleri esnasında sınırda toplanan sivillere yönelik kullandığı orantısız şiddet ve öfkenin boyutunun nereye kadar gideceği ve nasıl bir tehlike oluşturacağını göz ardı etmemelidir.

Arap ülkelerinde yaşanan özgürlük ve demokratikleşme mücadelesine koşulsuz destek vereceğini açıklayan Obama, El Fetih ile Hamas arasında gerçekleşen barış girişimlerine karşı çıkmaktan geri durmamış ve Filistinlilerin bu tür hamlelerden önce İsrail Devleti'ni tanımak zorunda olduğunu açık bir biçimde ifade etmiştir. Anlaşılan odur ki barışa yönelik somut adımların atılmasını talep eden Obama, Mahmud Abbas tarafından gündemde tutulan Filistin Devleti'nin girişimlerinden derhal vazgeçmesi gerektiğini tekrarlamaktan dolayı Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun 1947 tarihli 181 sayılı taksim kararını unutmuş görünmektedir.

Söz konusu kararda İsrail'in payı yüzde 56, Filistin'in ise yüzde 44 olarak belirlenmişken bugün itibarıyla İsrail'in toprakların yüzde yetmiş sekizini ele geçirmiş olmasına rağmen Amerikan yönetiminin İbrani Devleti'nin gücünü ve güvenliğini vazgeçilmezleri arasına aldığı savından hareketle silahsız bir Filistin Devleti'nden yana olduğu iddiasını sürdürmesinin ne denli bir çifte standart yaklaşım olduğu açıkça görülmektedir.

ZAMAN