Niçin önce barış?

Etyen Mahçupyan

Barış süreci ile çözüm sürecini birbirinden ayrıştırma stratejisi sonuç vermiş gözüküyor.

Hükümet silahların bırakılması ile Kürtlere eşitlik temelinde hak ve özgürlüklerinin teslim edilmesini gayet akıllıca bir biçimde farklı zeminlere oturttu. Çünkü barışa çok güçlü bir toplumsal destek varken, kimliksel eşitliğin hazmedilmesine halen epeyce uzağız. Öte yandan silahların susmasının muhtemel eşitlikçi bir hukuk yapısını olumlu etkileyeceği de açık. Kısacası hükümet, bazı aydınların kurduğu statik dengeleme bakışını barışa öncelik vererek dinamik hale getirdi. Söz konusu aydınlar barış ile demokrasiyi birbirine bağımlı hale getirip neredeyse bütünleştirmişlerdi. Öyle ki biri olmadan diğeri olamıyordu… Ancak bu kategorik ilişkisellik pratikte engelleyici bir nitelik kazandı. Akıl yürütmeler barış ve demokrasi hedefi üzerinden değil, barış ve demokrasinin ‘yokluğu' üzerinden üretilmeye başlandı ve bu ‘yokluk' hali temel bir değişken gibi öne sürüldü. Böylece bu ‘yokluklar' birbiriyle bütünleşti ve barışın yokluğu nedeniyle demokrasinin gelemeyeceği, demokrasinin ‘yokluğu' nedeniyle de barışın tesis edilemeyeceği savunulmaya başlandı.

Entelektüel açıdan bakıldığında barış ve demokrasi alanında hiçbir ilerlemenin mümkün olmadığını, çıtanın bizim kapasitemizin çok üzerinde yer aldığını iddia eden bir romantik/agresif aydın haliyle karşı karşıyayız… Siyasi açıdan bakıldığında ise mesele açık bir biçimde AKP alerjisi olarak gözüküyor ve altında da laik kültürel kimliğin ideoloji ile kamufle edilmiş yenilgi psikolojisi yatmakta.

Hükümet bu teorik tıkanıklığı yürüttüğü siyasetle çözerken, barış ve demokrasi arasındaki ilişkiye de yeni bir gözle bakma fırsatı vermiş oldu. Bugüne kadar Kürt meselesinin çözümünde başka ülkelerdeki deneyimlerin çok önemli olduğu düşünülmüş, o örneklerin dikkate alınması salık verilmişti. Mikro ölçeğe inildiğinde, sivil toplumun yürütebileceği ‘taktiklerin' geliştirilmesi açısından bakıldığında söz konusu örnekler gerçekten de çok öğreticidir. Ancak çözümün ana stratejisine gelindiğinde bu örnekler fazla bir anlam ifade etmeyebilir. Çünkü her ülkede ‘çözüm' somut ve kendine has bir coğrafya ve geçmişin üzerine oturduğu ölçüde, ‘oraya ait' bir gelişme dinamiği izlemek durumundadır. Aksi halde toplum tarafından ‘doğal' bulunması ve hazmedilmesi mümkün olmaz. Türkiye'deki Kürt meselesinin bugün yaşanmakta olan çözüm sürecinin dünyadaki örneklerin büyük çoğunluğundan çok temel bir farkı var: Birçok dünya örneğinde taraflardan biri, diğer tarafı mağdur etmiş olan devletin resmi ideolojik kimliğini taşıyor veya sahipleniyor. Örneğin İspanya'da Basklarla barış yapacak olan Kastilyanlar kendilerini İspanyol olarak görüyorlar ve İspanya devleti adına davranıyorlar. Diğer bir deyişle ‘devlet kimliği' barışı konuşacak taraflardan biri… Türkiye'de ise çok farklı bir durum var: Kürt meselesini üreten aktör, resmi ideolojinin ürettiği kimliği taşıyan ve onu baskı rejimini meşru kılmak için kullanan devletin kendisi. Ne var ki barış sürecinin taraflarından biri bu devlet değil… Bu devleti kullanan ve onu dönüştüren, o devletin resmi ideolojik kimliğine de mesafeli duran, hatta onu ‘ayaklar altına' bile almaya, bu uğurda ‘baldıran zehri' içmeye hazır olduğunu söyleyen bir siyasi hareket. İşte bu nedenle süreç birçoklarını şaşırtan bir hızla ilerleyebiliyor. Çünkü barış taraflara karşılıklı bir taviz alışverişi gibi gözükmüyor. Birlikte varılacak bir yeni ‘doğal ve doğru' durum olarak algılanıyor.

Birçok dünya örneğinde barışla demokrasi arasındaki ilişkinin dinamizm kazanması, önce demokrasi alanında adımlar atılması anlamına gelmişti. Taraflardan biri, sorunun faili olan devletin kimliğini sahiplenen siyaset olduğunda o siyasetin çözüme yürüyebilmek için önce devleti demokratikleştirmesi gerektiği açık. Oysa Türkiye'de barışla demokrasi arasındaki dengeden bir çözüm sürecinin üretilebilmesi tam tersi bir önceliği ima ediyor: Barış aslında çok yakın, çünkü taraflardan hiçbiri sorunun gerçek failinin ideolojik kimliğini ve sorumluluğunu taşımıyor. Buna karşılık demokrasi hâlâ çok uzak, çünkü eski rejimin kalıntısı olan kurumlar, siyasi partiler ve toplumsal kesimler direniyorlar. Hükümet ise eski rejimle olan çatışmayı ‘gereken dozda' tutmaktan ve yeni bir çatışma ortamına sürüklenmeden bu dönüşümü gerçekleştirmekten yana.

Türkiye'ye önce barış gelecek. Barış ortamında kendimize yeniden bakacak ve ‘ne olmak istediğimize' karar vereceğiz. Demokrasinin yolu o sorunun cevabı alındığı zaman açılacak…

 e.mahcupyan@zaman.com.tr

ZAMAN