MHP'nin Serencâmı

Süleyman Seyfi Öğün

 

Milliyetçilikler şu ya da bu şekilde târihsel devletlerle sorunludur. Veri devletin çok etnikli bir teb'ayı içeren emperyal nitelikli bir devlet olması durumu daha da ağırlaştırır. Osmanlı devleti de böyleydi ve çözülme sürecinde milliyetçi bir sağanağa yakalandı. Nihâyetinde de bek'asının aciliyetleri üzerinden kendi milliyetçiliğini geliştirerek dönüştü. Bu sürecin doğurduğu zihinsel-kültürel travmalar ise bir çırpıda giderilebilecek kadar basit değildi. Elyevm bu dönüşümün sancılarını yaşıyoruz.

Milliyetçilik eğer veri devletten ayrılmayı hedefleyen çepersel bir süreç ise, etno-sosyolojik bir önceleme yapar. Fichte'nin milliyetçiliği bu öncelemenin felsefî doktrinini ifâde eder. Ama eğer milliyetçilik devletin bek'ası üzerinden gelişiyorsa, müesses olan veri alır ve üretilen milliyetçilik de resmî bir mahiyet kazanır. Bunun felsefî köklerini târihsel diyalektiği itibarıyla “Ulus, ancak devlete evrilirse ulus olur.” diyen Hegel'de buluyoruz.

Resmî milliyetçilikler her zaman ideolojik bir sâbite üzerine kurulmaz. Kurumsal pragmatizm, ideolojik arayışlarını zaman içinde çeşitlendirir. Türkiye Cumhûriyeti kuruluş sürecinde bu arayışın doktriner çeşitliliğini sergilemiştir. Arayışlar, İslâmî ve emperyal geçmişi unutturmayı hedefleyen; Binder'ın tarifiyle; “târihsel bir panteizm” ekseninde en pagan kökleri bulup, topluluğu buna göre şekillendirme ihtirâsı ile başlamıştı. 1940'ların iklimi ve Nihal Atsız, bahsedilen ihtirâsın doruk noktalarından birisini oluşturur. Bu lâik-seküler milliyetçi hedef bir ham hayâldi ve hayâta geçmedi. Türkiye'de resmî milliyetçiliğin serencâmı zaman içinde, Türk-İslâm ülküsünde sebat etmiştir.

Türk-İslâm ülküsü, nüfûsunun mühim bir ekseriyetinin taşrada yaşadığı dönemlerde sosyolojik bir karşılığa oturuyordu. İçeriği son derecede eklektikti. Devleti merkeze alıyor; ulusu ona göre tanımlıyordu. Diğer taraftan, militarist eksende yorumladığı emperyal devlet geçmişi ile Asyaik Türk devletleri; Rumeli ve Anadolu Türklüğü ile Asya Türklüğü arasında muhayyel bir bağ kuruyordu. Daha mühimi İslâm’a uygun kültürel kodları taşıdığını ileri sürdüğü pagan bir geçmişle İslâmî Türklüğü eşlendiriyordu. 1960'ların sonlarında Şamanlar diye adlandırılan kesimle yollarını ayıran MHP, bu dönüşümün siyâsal konsolidasyonunu ifâde ediyordu.

MHP, târihsel olarak en büyük travmayı 12 Eylül'de yaşadı. Bir bakıma ideolojisi, yani Türk-İslâm Ülküsü devlet tarafından benimsenmişti. Ama parti kadroları devletin hışmına uğramıştı. Başta karizmatik liderleri olmak üzere binlerce mensubu hapisteydi ve işkence görüyordu. Bu savrulmanın izleri 1990'lara kadar devam etti. Travma Muhsin Yazıcıoğlu liderliğinde bir kopuşa yol açtı. Yazıcıoğlu, müesses nizamın güdümünde; istendiği zaman kullanılacak; daha sonra da buruşturulup atılacak “resmî milliyetçiliğ”in dışında, ulusu, değerleri ile birlikte devlet karşısında önceleyen bir milliyetçilik târifi geliştiriyordu. MHP ise fabrika ayarlarına döndü. Ancak bu tespitle yetinmek eksik kalır. Doğrusu, ihmâl edilmesi güç tecrübeleriyle hareketin karizmatik lideri olan Alparslan Türkeş'in, 1990'lara doğru önemli bazı adımları attığını düşünüyorum. Onun zihninde Soğuk Savaş sonrası, artık bağımsızlığı elde etmiş Türk Dünyâsı ile entegrasyonun nasıl olacağına dâir bir proje arayışı daha merkezî bir yer tutuyordu. Daha önemlisi Ermeni sorununun hâlli konusunda bizzat içinde yer aldığı girişimler çok dikkât çekiciydi. Tırmanan Kürt milliyetçiliğine karşı reaksiyoner tepki vermeyip, hayli uyuşumcu ve içermeci bir söylem geliştirme yolundaydı. Bence sıkıntısı, kadro eksikliğiydi. 80'lerin sonu, 90'ların başındaki Türkeş siyâsetleri özel bir incelemenin konusu olmalıdır.

Türkeş sonrası MHP'nin konumunu pek çok açmaz belirledi. Bir kere, sosyolojisi kaydı. Bu zaman zarfında Türkiye'de taşra önemli ölçüde çözüldü. Nüfûsun kâhir ekseriyeti kentleşti. Taşra ülkücülüğünden hayli farklı, kentli bir ülkücülük doğdu. Ama, kent ülkücülüğü, yeni dinamiklerin taşıyıcısı değildi ve bunların çeperinde gelişti. Bir taraftan, doktriner muhafazakârlığı dışlayan; kent hayâtı ile daha barışık olan ve “ulusalcılık” olarak tanımlanan bir rakîbi vardı. Diğer rakîbi olan; daha dindar ve daha pragmatik bir muhafazakârlığı işleyen Millî Görüş’ün karşısında tutuk kaldı. Türkiye'de kentleşme dinamiklerini tâkip eden yeni bir vizyon ortaya koyamadı. Tercihini, toplumsal çevrenin merkeze yürüyüşüne tepki gösteren ulusalcılığın temsilcisi konumundaki merkez sağ ve merkez sol partilerle koalisyon yapmaktan yana kullandı. Böylelikle merkezde durmak istedi. Bu da onu çok aşındırdı ve yükselen Kürt milliyetçiliğine karşı gelişen hassasiyetlerin iniş ve çıkışlarına endeksli hâle getirdi. Ama merkezde kalayım derken, Kürtçü HDP'nin Türkçü karşıtı olarak çepere savruldu. MHP'nin koalisyon tartışmalarında “hâyırcı” tutumu ve anamuhalefet partisi olma ihtirâsı biraz da bu savrulmaya karşı gelişti.

MHP, elbette düzgün bir profil veriyor. Bir kere ülkücü radikalizmi sıkı sıkıya denetliyor. Mafya-eski ülkücü bağını şiddetle ve kararlılıkla dışlıyor. Ama bunlar MHP'yi büyütecek ve anaakım bir merkez partisi kıvamına getirecek gelişmeler değil. Yeni kentli siyâsal kültür, kadim, düzgün ama soğuk siyâsal vitrinlere iltifat etmiyor. 7 Haziran başarısı hem sınırlı, hem de güvenilmez bir başarı. MHP bunu kendi elde etmedi; AK Parti'ye karşı gelişen tepkilere borçlu. Ne kadarını elde tutabilecekler, 1 Kasım sonuçları gösterecek...

Yeni Şafak