Medyada bu zihniyet değişmedikçe...

Ekrem Dumanlı

Bakmayın "sivil darbe" dediğime. Yok öyle bir şey. Siviller, ellerinde silah bulunan güçlere karşı ne zaman hak arasa, birileri çıkar "sivil darbe"den bahseder. Aslında kastedilen, sivillerin kendi demokratik haklarını aramasıdır.

Ve maalesef çoğu kez sivillere "Siz kim oluyorsunuz da hesap soruyorsunuz" manasına gelen bir sindirme girişiminden ibarettir bu suçlama. Siviller darbe yapamaz; ancak kanunların verdiği hak ve yetkiyi kullanarak bazı hukuk dışı uygulamaların hesabını sorar; sormalıdır da. Demokratik rejimlerde çark böyle işler çünkü...

Demokrasimiz çok zor dönemlerden geçti; geçiyor. 1960 darbesiyle başlayan askerî müdahale dönemleri kati bir şekilde isabet etti ki; antidemokratik rejimin en iyisi bile demokrasinin en kötüsünden daha kötüdür. Adalet mekanizmasının emir komuta zincirine bağlandığı bir sistemde hak–hukuk aranabilir mi? Denetlenmesi, hesap sorulması mümkün olmayan baskıcı bir rejim insan haklarına riayet eder mi? Tabii ki hayır!

Ne hikmetse darbecilik duygusu bizim aydınlarımızda köklü, esaslı, sinsi bir arzudur. Ahmet Altan, bu ironik durumu birkaç gün önce ele alıyor ve şöyle diyor: "Bizim paşalar gene de kibar insanlarmış. Böyle medya bulduktan sonra değil kırk yılda dört darbe, ben paşa olsam her ay bir darbe yapardım." Altan, dalga geçiyor; ama haklı. Çünkü bizim medyanın bir bölümünde darbeci damar hâlâ çok güçlü! Ellerinden gelse kışlaya davetiye çıkaracaklar. O da olmadı; en azından darbe yapmak gibi en büyük demokrasi ayıbını işlerken suçüstü yakalananları kendi yatak odalarında saklayacaklar...

Taraf Gazetesi'nin 12 Haziran günü yayınladığı belge, Türk demokrasisi açısından bir dönüm noktasıdır. "AKP'yi ve Gülen'i bitirme planı" başlığıyla verilen haber sonrası Türk basınının takındığı tavır da bir başka dönüm noktasıdır. On günlük gazeteleri karşılaştırmalı okuyan bir insan (bir araştırma grubu vs.) rahatlıkla görecektir ki; bir tarafta "gerçekler gün yüzüne çıkarılsın" diye çırpınıp gazetecilik yapanlar var, diğer tarafta da "aman birileri bu belgeye sahte desin de skandalı örtbas edelim" diyerek alelacele propaganda yapanlar var.

Hükümete ve millete tuzak kurmayı amaçlayan bir belgenin gerçek olmasını hiç kimse arzu etmez. Çünkü hiç kimse ordusunun böyle kirli işlerle anılmasını; bu nedenle yıpranmasını istemez. Ancak böyle vahim bir "eylem planı" varsa da bunu gizleyip saklamaya kimsenin vicdanı el vermez. Ne yazık ki son yıllarda art arda büyük hatalar yapıldı ve bu yanlışların hesabı sorulamadı. E-muhtıra, vahim bir hataydı. Siyasete müdahaleydi, yargıya apaçık bir baskıydı; ama hesabı sorulamadı. O gün hesabı sorulabilseydi bazı gazeteciler koro halinde "sivil darbe"den bahsedecekti. Askerî darbeye gıkı çıkmayanlar ne zaman siviller hesap sormaya kalksa hep aynı şeyi yapıyor çünkü...

Andıçların hesabı da sorul(a)madı, fişlemelerin hesabı da. Ne yargı harekete geçebildi ne de siyaset. Tabii ki medya masa altına sinip fırtınanın dinmesini bekledi. Darbe günlüklerinin gerçek olmadığını söyleyenler, Nokta Dergisi'nin baskılara dayanamayarak kapanması karşısında sevinç naraları attı. Bugün de Ergenekon soruşturmasını sakatlayabilmek, gözden düşürmek için çırpınıp duruyorlar. Kâh YARSAV'ı harekete geçiriyorlar, kâh HSYK'yı yanlış yapmaya zorluyorlar. Oysa bir millet, yaşananları saniye saniye izliyor ve demokratik denetimin bir parçası haline geliyor.

Aradan on gün geçti. Son çıkan belgede imzası bulunan Kurmay Albay Dursun Çiçek, sivil savcıların karşısına çıkıp el yazısı örneği vermedi. Üstelik askerî savcı (nedense) aracı oldu; Albay ifadeye gelmedi. Üstelik bu, albayın ilk icraatı da değil. Geçen sene medyaya yansıyan olay için de herhangi bir işlem yapılmamış.

Şimdi halkı kim, nasıl ikna edecek ki; insanların tüylerini diken diken eden ve demokrasiyi temelinden dinamitleyen bu belgeye "sahte" denebilsin. Madem sahteydi niçin günlerce ikna edici bir açıklama yapılamadı? Niçin askerî savcılık alelacele (ve üstelik belgeyi görmeden) bu belgenin Genelkurmay birimlerinde hazırlanmadığına dair "kanaat" bildirdi? Niçin olaya adı karışan Çiçek açığa alınarak "soruşturmanın selameti" sağlanmadı? Niçin bahsi geçen kişi, sivil savcılara gidip imza örneği vermedi? Niçin örnek imza savcı huzurunda değil de başka bir yerde alındı ve savcılığa gönderildi? Niçin "savcılığa ulaştırılan belgedeki imza ile Çiçek'in başka resmî belgelerdeki imzaları ve yazı şekli uyuşmuyor" haberleri tekzip edilmedi? Niçin, niçin, niçin?.. Bu saatten sonra askerî yargının "sahtedir" lafı inandırıcı olmaktan uzaktır. Sebebini başka bir yerde değil, kendilerinde arasınlar.

Ergun Babahan, bazı gazeteler için, "Genelkurmay'ın bülteni gibi yayın yapıyorlar." diyor. Manzara aynen öyle. "Ah bu belgeye sahte dense de faturayı birilerine kessek" diye can atanlar da kamuoyunun dikkatinden kaçmıyor. Lakin kraldan çok kralcı kesilenlere karşı duyulan güvensizliği ve samimiyetsizliğe karşı duyulan tepkiyi görmezden gelmek mümkün değil...

Demokrasiden bir milim geriye gidilemez. Andıçlar, lahikalar, eylem planları vesaire artık bu güzel ülkeye yakışmıyor. Türk Silahlı Kuvvetleri gibi modernleşme projesinin öncü ve yenilikçisi sayılabilecek bir kuruma hiç ama hiç yakışmıyor. Bir ordu, gücünü milletinden alır. Tam da bu nedenle haktan, hukuktan, adaletten ayrılmamak zorunda! Kendi gölgesiyle savaşan bir ülke imajı Türkiye'ye zarar veriyor. Zira bütün yollar demokrasiyi işaretliyor. Yani, herkesin kendi yetki alanında kaldığı, adalet karşısında hesap verdiği denetlenebilir hale geldiği, siyaset ve toplum mühendisliği yaparak dayatmalardan vazgeçtiği bir sistemi işaretliyor dünyadaki evrensel gerçekler...

Medya, bunun ne zaman farkına varacak? Ne zaman kendini emir–komuta zincirinin bir parçası olarak görmekten vazgeçecek? Toplumdaki özgürlük taleplerine, yeryüzündeki çoğulcu–katılımcı demokrasinin gücüne bakınca bu karanlık sürecin çok da uzun sürmeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz...

ZAMAN