Malatya’da "Doğu ve Batı Arasında İslam" konuşuldu

Malatya İnönü Üniversitesi Bilgi ve Erdem Topluluğu, akademisyen Necmettin Salih Ekiz’in konuk olduğu "Doğu ve Batı Arasında İslam" başlıklı bir program gerçekleştirdi.

Sunuculuğunu Bilgi ve Erdem Topluluğu yönetim ekibinden kardeşimiz Betül Oksar'ın yaptığı program Ahmet Akın hocamızın Kur'an'ı Kerim tilaveti ile başladı. Tilavetin ardından Bilgi ve Erdem Topluluğu Başkanı ve İlahiyat Fakültesi Temsilcisi Ramazan Bayram'ın açılış konuşmasıyla başladı.

Ramazan Bayram:

"Euzu billahi mineşşeytanirracim. Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabbil alemin, vesselatü vesselamü ala Resulina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.Saygıdeğer hocalarım, kıymetli misafirler, kıymetli öğrenciler Hepiniz Doğu ile Batı Arasında İslam adlı konferansımıza hoş geldiniz. Bugün burada yalnızca iki coğrafya arasındaki tarihsel ilişkileri konuşmak için değil, aynı zamanda bu ilişkilerin arkasında yatan düşünce biçimlerini, algıları ve kültürel okumaları yeniden değerlendirmek için bir aradayız. Doğu ile Batı arasındaki etkileşim, yüzyıllar boyunca kimi zaman merak ve ilgiyle, kimi zaman da güç ilişkilerinin belirlediği bakış açılarıyla şekillenmiştir.

Bu çerçevede, özellikle oryantalizm, İslam dünyasının Batı’da nasıl algılandığını, nasıl temsil edildiğini ve kimi zaman nasıl yeniden tanımlandığını anlamamız açısından son derece önemli bir kavramdır. Bugünkü konferansımız, bu iki dünyanın karşılaşmasında ortaya çıkan hem entelektüel hem de kültürel okumaları ele alırken, İslam medeniyetinin bu süreçlerde nasıl konumlandırıldığı da tartışma fırsatı sunacaktır.

Doğu’nun kendini anlatma biçimi ile Batı’nın Doğu’ya bakışı şekillendiren bilgi üretim süreçleri, günümüz dünyasını anlamamız açısından hala oldukça belirleyicidir. Batı’nın Doğu’yu nasıl gördüğü kadar, Doğu’nun kendini nasıl anlattığı, nasıl konumlandırdığı da bu ilişkinin önemli bir parçasıdır. Nitekim, tarih boyunca İslam medeniyeti sahip olduğu ilim, düşünce ve kültür birikimiyle yalnızca kendi coğrafyasını değil, Batı dünyasını da derinden etkilemiş; astronomiden tıbba, felsefeden edebiyata kadar pek çok alanda ciddi katkılar sunmuştur. Ancak, modern dönemde bu birikimin Batı akademisi tarafından nasıl okunduğu, nasıl yorumlandığı ve kimi zaman nasıl yeniden şekillendirildiği bugün üzerinde durmamız gereken önemli meselelerden biridir. Bu bağlamda, programımızın konuşmacısı olan Düzce Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Araştırma Görevlisi Necmettin Salih Ekiz hocamız, sadece İslam düşüncesi alanındaki birikimiyle değil, aynı zamanda Oxford Üniversitesi’nde yürüttüğü çalışmalarla Batı akademisinin Doğu’ya yaklaşımını yakından gözlemleme imkanı elde etmiş bir isimdir. Kendisi bugün bizlere Doğu-Batı ilişkilerinin tarihsel kökenlerinden modern akademik tartışmalara, oryantalizmin düşünce dünyasındaki etkilerinden İslam medeniyetinin bu bağlamdaki temsil biçimlerine kadar geniş bir perspektif sunmaktadır.

Bilgi ve Erdem Topluluğu olarak hedefimiz, gençlerimizin dünyayı tek boyutlu olmak yerine hem kendi medeniyet köklerini iyi anlamalarını hem de küresel düşünce dünyasını eleştirel bir bilinçle değerlendirebilmelerini sağlamaktır. Doğu ile Batı arasındaki etkileşimi oryantalizm bağlamında konuşmak, bu hedef doğrultusunda oldukça değerli bir adım niteliği taşımaktadır.

Etkinliğimize katılarak bizlere güç verdiğiniz için hepinize teşekkür ederim. Konferansımızın verimli, ufuk açıcı ve düşünce dünyamıza yeni perspektifler kazandıran bir program olmasını diliyorum. Tekrardan bizi yalnız bırakmadığınız için herkese teşekkür eder, programımızın hayırlara vesile olmasını diliyorum."

Topluluk Başkanımızın konuşmasından sonra, topluluk faaliyetlerimizin sinevizyon gösterimi yapıldı.

Konuşmayı konuğumuz devr aldı. Necmettin Salih:

“Bismillah, elhamdülillah, vessalatü vesselamü ala Resulillah. Kıymetli hazirun, öncelikle Hüseyin Hocam’ın şahsında, bu güzel organizasyonu tertip ettikleri için Bilgi ve Erdem Topluluğu’na teşekkür ediyorum. Bugün, Allah nasip ederse oryantalizmi konuşacağız.

Fakat oryantalizm meselesi iki yönü olan bir mesele. Birincisi, teknik bir yönü var. Bu teknik yöne girersek aslında işin içinden çıkamayız. Hem siz sıkılırsınız, hem de pek çok kitapta, makalede okuyup elde edebileceğiniz bilgiler olur benim size anlattığım teknik meseleler, tarihsel meseleler. Ben bunun yerine bugün biraz daha size bir ilahiyat talebesinin oryantalizmle münasebetini anlatmaya çalışacağım. Yani aslında bu bizim ilahiyat geleneğimizin geçmişiyle alakalı bir durum. Dolayısıyla benim konuşmamdan şunu çıkarabilirsiniz:

Oryantalizmle hasbelkader yani sekiz seneyi geçmiştir münasebetim. Bu çok az bir süre. Oryantalizm gibi bir gelenek bir ömür harcansa bile tüketilemeyecek kadar geçmişi olan bir gelenek. Fakat aktif olarak bu işin içinde olan ve yakın zamanda da bu işin menbaına gidip gelmiş birisi olarak aslında benim size anlatacaklarım şu an bir Türkiye bağlamında bir ilahiyat talebesinin oryantalizm tecrübesi olarak bunu algılayabilirsiniz. Dolayısıyla hani size kitaplarda ya da makalelerde bulamayacağınız şeyler biraz daha anlatmaya çalışacağım, kişisel tecrübeler olarak.

Sözlerine şu şekilde devam etti:

Şimdi değerli arkadaşlar, öncelikle tabii kısaca ben oryantalizmin size bir tanımını ve çok özet bir tarihçesini geçeceğim. Oryantalizm ne demek? Oryantalizm, oryent kökünden geliyor zaten. Biliyorsunuz bir kelimenin sonuna “izm” eklendiğinde onun aslında bir ideolojik ve tarihsel boyutunu ifade etmiş oluyoruz. Oryantalizm de bu bağlamda aslında doğu bilimi demek. Çünkü oryent kelime anlamı olarak doğu demek. Ve oryantalist dediğimizde de aslında biz doğu bilimci demiş oluyoruz. Şu şekilde bir gâlate-i meşhur da var. Sanki oryantalistler sadece İslam araştırmacılarıymış gibi bir yanlış bir algı da var. Çünkü biz oryantalizmle sadece İslam araştırmaları boyutunda muhatap oluyoruz. Halbuki oryantalistler inceleme alanları açısından baktığımızda İslam sadece onların inceleme alanlarının bir kısmını teşkil ediyor.

Aslında şöyle düşünebilirsiniz: Akdeniz bölgesinden mesela Fas’tan alın, ya da ne bileyim biraz daha kuzeyden Edirne’den Japonya’ya kadar Batı’nın Doğu diye konumlandırdığı bütün coğrafya içerisinde kalan herhangi bir şeyi çalışmaya, incelemeye biz oryantalizm diyoruz. Dolayısıyla böylesine geniş kapsamlı bir alanı var. Bizim bugün burada konuşacağımız şey aslında İslam araştırmaları, İslam ve oryantalizm olacak. Dolayısıyla biraz daha Orta Doğu bağlamında konuşacağız nasipse.

Bu oryantalizmin tarihi değerli arkadaşlar, İslam’ın kendisi kadar eskidir. Biz oryantalizm deyince aklımıza böyle akademik bir gelenek geliyor. Kelimenin kendisi de zaten modern bir kelime. Bunu bu şekilde meşhur eden isim Edward Said’dir. 1970’lerde ilk kitabını çıkardığında Şarkiyatçılık adıyla Oryantalizm diye, İngilizcesiyle, bunu bastığında aslında literatüre bunu bir kavramsallaştırma olarak yerleştiren kişi Edward Said’dir. Dolayısıyla bizim bir eleştirel oryantalizm literatürü olarak aslında geçmişimiz bundan en fazla 50-60 sene öncesine gidiyor. Halbuki oryantalizm İslam’ın kendisi kadar eski dedim. Yani 14 asırlık bir geleneğe sahip. Bu da şu şekilde özetle teşekkül ediyor.

Önce teşekkülünden bahsedeceğim, ondan sonra bizim ilahiyat bağlamındaki tezahürlerinden bahsetmeye çalışacağım. Şimdi öncelikle, biliyorsunuz Hz. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in vefatından sonra Müslümanlar çok kısa süre içerisinde, önce Hulefa-i Raşidin önderliğinde, ardından da Emevi Abbasi halifelerinin fetihleriyle birlikte Müslümanlar çok kısa süre içerisinde, 20-30 yıl bile kalmadan, yani Hulefa-i Raşidin dönemini düşünürsek, üç kıtaya birden hakim oldular. Yani kuzeyde İran coğrafyasına, batıda Kuzey Afrika’nın en uç noktalarına kadar, Bizans kapılarına kadar dayandılar Müslümanlar. Dolayısıyla bu aslında kendinizi o dönemde yaşayan bir Hristiyan konumunda düşünün. Mesela diyelim ki o dönemin Doğu Hristiyanları nerede yaşıyorlardı? Daha çok günümüzün Güneydoğu Türkiye’siyle Kuzey Suriye’si. O civarlarda özellikle Süryaniler, Nesturiler vesaire orada yaşıyorlardı.

Düşünün, kendi halinizde, çiftliğinizde yaşayan bir Hristiyansınız. Size bir haber geldi: Hicaz’da Muhammed adında bir adam çıkmış ve Allah diyor, peygamber diyor, İslam diyor, bir din vaaz ediyor. Bunu ciddiye almazsınız. Tamam bunlar hep tarih boyunca bu tür insanlar çıkmıştır, gelmiştir, geçmiştir. Fakat bir bakıyorsunuz ki 10 sene sonra o İslam ordusu sizin kapınıza geliyor bir anda. Yani dönemin şartlarını düşünün. Günümüzdeki gibi askerlerinizi böyle uçaklara, gemilere bindirip bir yerden bir yere nakletmiyorsunuz yani. Bir anda bu şekilde İslam o dönemin süper güçlerinin diyelim kapılarına dayananca, aslında bu hem askeri, hem siyasi, hem de entelektüel, zihinsel bir krize yol açtı. Askeri ve siyasi olarak zaten karşı koyamadılar. Çünkü İslam orduları hani deyim yerindeyse gümbür gümbür her tarafı fethediyordu, hiçbir şekilde karşılarında duramıyorlardı. Karşılarında duramadıkları için bir mağlubiyet psikolojisi içerisinde aslında bu onlarda bir entelektüel bir krize yol açtı. Nasıl bir krize yol açtı?

Şimdi İslam orduları bir yeri fethettiklerinde gayrimüslim orduların yaptığı gibi orayı kılıçtan geçirmiyordu, orada zulüm yapmıyordu, oradaki insanları zorla dinini değiştirtmeye çalışmıyordu. Ne yapıyordu? Bir vali atıyordu oraya, İslam ülkelerinden birkaç tane aile getiriyordu oraya yerleştiriyordu ve onların Müslüman yaşantısıyla oraya giden tebliğcilerin, davetçilerin tamamen güzel dille, peygamber ahlakıyla yaptıkları tebliğlerden dolayı İslam askerlerinin ayak bastığı yerdeki bütün Hristiyanlar, Yahudiler, Mecusiler hepsi böyle hızlı hızlı Müslüman oluyorlardı. Dolayısıyla bu bölgelerin din adamları telaşa kapıldılar. Özellikle Hristiyan din adamları, Doğu Hristiyanlarından bahsediyoruz. “Ya bizim bu dindaşlarımızın imanını korumamız lazım.” Dediler.

Aslında ilk oryantalizmin temelleri bu şekilde atıldı o dönemde. Yuhanna ed-Dımeşkî diye bir adam vardır. Emevî Sarayı’nın katiplerindendi hatta yani. İslam’ın hoşgörüsünü buradan anlayabilirsiniz. Bir Hristiyan bir din adamı Emevî Sarayı’nda katiplik yapabiliyordu yani. Bu adam ilk İslam’a reddiyeyi kaleme alan isimdir. Ve amacı da aslında İslam’ı reddedemeyeceğini biliyor. Ona herhangi bir Müslüman alimini okuttuğunda hiçbir etki oluşturmayacağını biliyor. Ama yine de böyle bir eser almaktaki amacı ne? Az önce söylediğim gibi kendi dindaşlarının en azından İslam’a girmesini engellemeye çalışmak. Bu şekilde şu an 8. Yüzyıldan bahsediyorum, yani hemen hicri 2. Asırdan bahsediyoruz. Bu şekilde başlayan bu reddiye geleneği değerli arkadaşlar, 12. Yüzyıla kadar devam edecek. Doğu Hristiyanları bu işe öncülük edecekler. İşte Abdülmesih el-Kindîler, ondan sonra onun devamında gelen bir sürü isimler var. Ve ne zaman ki Emevîler Endülüs’e çıkacaklar, Emevîler Endülüs’e çıktıktan sonra artık Batı ile İslam fiilen karşılaşmış olacak. O döneme kadar Müslümanlarla gayrimüslimler daha çok doğu topraklarında, Doğu Hristiyanlarıyla Müslümanlar karşılaşıyordu. Fakat asıl Hristiyan imparatorluk geleneği ve Roma mirasıyla İslam orduları aslında Endülüs’e çıktıklarındakarşılaşacaklar. Dolayısıyla oraya çıktıktan sonra artık 12. Yüzyılda Fransa’da bir kilisenin rahibi, kilise rahibi derken basit anlaşılmasın yani o dönemin böyle papası gibi bir adam, Muhterem Peter diye biz Türkçeye çevirirler, yani saygıdeğer Peter anlamında... Haçlı seferleri de bir yandan organize ediliyor tabii o dönemde. Ve Haçlı seferleri başlayacakken bu Peter diyor ki: “Biz,” diyor, “yıllardır İslam ile kılıçla mücadele ediyoruz.” İslam’a askerlerimizle karşı koymaya çalışıyoruz fakat hiçbir sonuç elde edemiyoruz. Yani demek ki bizim yöntem değiştirmemiz lazım. E üç dört asırdır bizim seleflerimizin yazdığı reddiyeler de hiçbir işe yaramıyor. Hala Hristiyanlar dur durak bilmeden Müslüman olmaya devam ediyorlar. Dolayısıyla bizim ne yapmamız lazım?

Bizim artık doğrudan İslam kaynaklarını incelememiz lazım. Yani bu artık öyle kulaktan dolma bilgilerle, işte İslam şöyle kötüdür, peygamberi şöyle kötü adamdır diye çamur atmakla, iftira atmakla yapabileceğimiz bir şey değil. Artık bizim ne yapmamız lazım? Bir heyet kurmamız lazım ve bu heyette önce bir Kur’an tercümesi yaptırmamız lazım, ardından hadisleri tercüme ettirmemiz lazım, işte birkaç fıkıh kitabı, birkaç tasavvuf, birkaç kelam kitabı vesaire tercüme ettirmemiz lazım ki, bunlar üzerinden biz İslam’ın yanlışlarını, İslam’ın açıklarını tespit edelim ve bizzat kendi ana kaynakları üzerinden İslam’ı vuralım projesiyle bir heyet kuruyorlar. Bu heyet içerisinde aslında bir ilk gerçekleşiyor ve Kur’an-ı Kerim ilk defa Latinceye tercüme ediliyor. Yani bir Batı diline ilk defa Kur’an-ı Kerim tercüme ediliyor. Tarihler 1147 arkadaşlar. Yani tarihin eskiliğine dikkatinizi çekmek isterim. Bundan nerede baksanız 900 sene öncesinden bahsediyoruz.

Bu ilk tercümenin de ismi ne peki? Tercümenin ismi şu: Haşa, “Sahte Peygamberin Yasası.” Yani tercümeye verdikleri isme bakın. Dolayısıyla bu tercümeyi yaptıktan sonra biz aslında o metin kaynaklı oryantalizmin başladığını görüyoruz. Bu şekilde tercümeler yapılıyor, başka eserler de çevriliyor ama hala İslam’a dair böyle teşekküllü bir bilgiye sahip değiller. Niye? Çünkü galip olan İslam, mağlup olan Batı. Galip her zaman kendi hakimiyetini kurduğu için mağlubun bilgi sınırlarını da kontrol eder. Şu an kendi durumumuzu düşünün. Biz neyi neye kadar bilebiliyoruz, neyi neye kadar hükmedebiliyoruz. Bunu düşünelim, biraz canımız sıkılsın.

O dönemde İslam orduları, İslam devletleri, Müslümanlar bu konumdaydı. Dolayısıyla bir gayrimüslim herhangi bir çalışma ortaya koyduğunda, istediği kadar bu çalışma derinlikli olsun, etki alanı sınırlı kalıyordu. Çünkü hakim pozisyon bir başkasının elindeydi. Ardından artık Batı’da üniversiteler kurulmaya başlanınca, bu üniversitelerde Arapça kürsüleri kurulmaya başlanıyor. 14. Yüzyıla geldik. Hala tercümeler bir yandan devam ediyor. Şu an Avrupa’nın en önde gelen üniversiteleri var değil mi? İşte Oxford, Cambridge, Paris’teki, Paris, ondan sonra İtalya’da Bologna vesaire. Bu tür üniversitelerde ilk kurulan kürsülerden bir tanesi de Arapça kürsüsüdür.

Yani mesela aklınıza şöyle bir soru sorsa, yolda size böyle bir sokak röportajında birisi mikrofon uzatsa dese ki: “Sizce Batı’da açılmış ilk bölüm nedir?” diye bir soru gelse, dersiniz ki işte ne bileyim fizik, kimya, biyoloji, astronomi vesaire dersiniz değil mi? İlk açılanlardan bir tanesi Arapça kürsüsüdür arkadaşlar. Niye? Çünkü İslam gibi bir olgu var, Müslümanlar denen bir topluluk var ve bunlar ilimde zirveler, bilimde zirveler, siyasette zirveler. Ki 14. 15. Asırlar değerli arkadaşlar, her anlamda İslam’ın zirve olduğu çağlardır yani. Osmanlının İstanbul’u fethettiği dönemler, memlüklüler Kuzey Afrika’yı komple hükmediyor, Osmanlı Anadolu topraklarına ve Doğu Avrupa’ya komple hükmediyor vesaire derken, Batı adeta böyle Fransa ve Almanya sınırları içerisinde kalmış bir durumda. İspanya zaten yok. İspanya İtalya zaten Müslümanların elinde. Bir tek o kuzeydeki vahşi Vikinglerle alt taraftaki Almanya ile Fransa var Batı’nın elinde yani.

Dolayısıyla böyle bir durumda ister istemez biz nasıl bir yerde modern bilimden bahsediyorsak hemen Batı’nın bilimlerini incelemeyi kastediyorsak, buna amaçlıyorsak, o dönemde de incelenen bilimler bizim bilimlerimizdi. Bu tesadüf değil. Yani galipseniz bunu sağlayabilirsiniz. Dolayısıyla 14. Asırda Viyana Konsili diye isim verilir. Viyana Konsili’nde bu kararı alan da Kilise değerli arkadaşlar. Yani Kilise bizzat diyor ki: “Biz ilk üniversitelerimizde Arapça kürsüleri kuracağız ve bu Arapça kürsülerinde akademisyenlerimize Arapça öğreteceğiz ve bunlar İslam’ı araştırıp bize malzeme sunacaklar. Biz de bunu nerede kullanacağız? Misyonerlik faaliyetlerinde kullanacağız.”

Yani İslam dünyasına gönderdiğimiz misyonerlerde veya kendi içimizdeki bizzat sınır komşumuz olduğu Müslümanların arasına gönderdiğimiz misyonerlerde bunları kullanacağız. Bunun dışında kendi halkımız için de kullanacağız. Bakın İslam böyle bir din diye gösteririz diyorlar.

Fakat iki asır, hatta üç asır boyunca Batı’da doğru düzgün Arapça öğretecek adam bulamıyorlar. En son nihayetinde 1600’lerde bu kürsüler hayata geçiriliyor ve bunlardan ilklerinden bir tanesi de Oxford’daki kürsüdür. Geçen sene oradaydım ben. O geleneği orada görüyorsunuz arkadaşlar. Resmen adamlar 1634 kuruluş tarihi. Yani kaç sene oluyor? Tam 400 senedir Arapça çalışıyorlar. Yani tam 400 senedir İslam araştırması yapıyorlar. Bizim Türkiye’deki ilahiyatlar kaç senelik? Hadi 50 diyelim. 75 senelik ilahiyat geleneğimiz var. Ve öncesindeki medrese geleneğimizle ne kadar alakamız var? Tartışılır, oraya geleceğim birazdan. Ardından sömürgecilik dönemi başlayacak arkadaşlar.

17. Yüzyılda artık sömürgecilik dediğimiz bir olgu başlayacak. Bu olgu niye başlayacak? Çünkü artık İslam dünyası, Osmanlı hakimiyetini yitirmeye başlayacak. İslam dünyası deyince Osmanlı diyoruz o dönemde. Başka çünkü hakim bir devlet yok. Osmanlı’nın zayıflaması demek İslam’ın zayıflaması demek aslında o dönemde. Dolayısıyla Osmanlı artık Viyana kapılarından döndükten sonra artık Osmanlı Devleti yavaş yavaş kendi kabuğuna çekilmeye başlıyor ve Batı artık sınırlarını genişletmeye, iyice İslam dünyasına adım atmaya başlıyor.

Fakat bu sefer şöyle bir problem meydana geliyor. Şimdi Batı artık  galip konumuna geçiyor fakat gidip oraları, İslam dünyasını işgal edecek, ele geçirecek. Ama buralarda tutup da Müslümanların yaptığı gibi Müslümanları gönülden fethetmek gibi bir lüksü yok Batı’nın. Yani siz şu an hiçbir Müslümanı Hristiyanlığa kolay kolay ikna edemezsiniz. Bu tutar yanı yok yani. Makul bir inanç sistemi yok. Dolayısıyla Batı bunu çok daha farklı, çok daha böyle akıllıca, usta yöntemlerle yapmaya niyetleniyor. Bunun için de ne yapması lazım? Her şeyden önce muhatabını çok iyi tanıması lazım. Yani siz bir yeri fethettiğinizde veya bir yeri ele geçirdiğinizde orayı elinizde tutmak istiyorsanız ya böyle acayip, caydırıcı, karşı konulmaz bir gücünüzün olması lazım ya da orayı çok iyi tanımanız lazım. Yani oranın her şeyini, bütün dinini, kültürünü, örfünü, adetlerini, her şeyini bilmeniz lazım ki onlara ayak uydurabilesiniz ve onlara müdahale etmeden, böyle onların suyuna giderek ve ama alttan alttan da bunların asimile olmasına sebep olarak oralarda barınabilmelisiniz.

Bunun için de bu asırlar boyunca Batı’da yetişen oryantalistler zamanla sömürgeci devletlerin böyle beyin takımı olmaya başladılar. Yani mesela diyelim ki Fransa veya Hollanda bir İslam ülkesini, Endonezya’yı mesela işgale gitti diyelim ki. Giderken ne yapıyor? Yanında bir grup oryantalist götürüyor. Bunun en canlı örneği Napolyon’dur.

Mesela Napolyon 1798’de Mısır’a çıktığında, ki sömürgeciliğin böyle artık zirvesidir yani Napolyon’un Mısır’a çıkışı, yanında arkadaşlar 300 küsür kadar oryantalist götürüyor Napolyon Mısır’a çıkarken. Ve Mısır’da çıktığında bu oryantalistlere bir hutbe hazırlatıyor.

Arapça, Mısır lehçesiyle bir hutbe hazırlatıyor ve bunu o dönemdeki işte Ezher şeyhlerine ya da camilerde okutturuyor bu hutbeyi. Ve hutbede ne diyor biliyor musunuz? “Ey Mısır halkı, ben sizi işgal etmeye gelmedim. Ben sizin bir kardeşinizim. Ben sizi bu zalim Osmanlı, zalim Memlük diktasından sizi kurtarmaya geldim.” Diyor mesela. Çünkü biliyor artık o saatten sonra herhangi bir yeri zorla işgal etmeye kalksa bu geri tepecek. Orada kan ve gözyaşından başka bir şey oluşmayacak. Çok da umurlarında olduğundan değil de maksatları oranın zenginliklerini ele geçirmek olduğu için oranın halklarıyla bir yere kadar iyi geçinmek zorundalar. Ve hiçbir direniş olmuyor Mısır’da. Yani Mısır böyle altın tepside Fransa’ya ne oluyor? Teslim ediliyor. Ve oradan zaten işgal ondan sonra yayılmaya başlıyor. Fransızlardan sonra İngilizler devralıyor. İngilizlerden sonra zaten 1948’de Filistin’den çekildiklerinde zaten İsrail devleti ilan edilecek değil mi?

Şimdi dolayısıyla arkadaşlar burada artık bu dönemden itibaren hani Cemil Meriç’in meşhur bir deyimi vardır. Ne der Cemil Meriç? “Oryantalizm sömürgeciliğin keşif koludur.” Der. Yani bir yere oryantalistler önceden giderler. Tıpkı hani bir ordunun keşif kollarını önden gönderip bir arazi taraması yapması gibi ya da ne bileyim bir askeri var mı yok mu, kim var orada, hangi dilde konuşuyorlar, ne yapıyorlar, ne ediyorlar, bölge savaşmaya uygun mu vesaire. Tıpkı bunu yapması gibi oryantalistler de aynı şekilde bu işi yapmışlardır. Ve hatta o Napolyon Mısır’dan döndükten sonra, çok da uzun kalmıyor yani 4-5 senelik bir süreden bahsediyoruz, devasa bir Mısır ansiklopedisi ortaya çıkıyor. Yani yanında götürdüğü oryantalistler arkadaşlar orada bulundukları süre boyunca Mısır’ın ansiklopedisini çıkarıyorlar. Bu da oryantalizmin ilk böyle teşekküllü, kolektif çalışması kabul edilir. Yani sonradan tabii İslam ansiklopedisi ortaya çıkacak, Kur’an ansiklopedisi ortaya çıkacak vesaire ama bunların öncüsü ilk olarak o Mısır ansiklopedisidir.

Yani daha Mısır’ı işgal etmeden bu oryantalistler Mısır’ı sizden bizden iyi tanır pozisyondalardı. Buradan şuraya geleceğim. Bir yerden sonra artık bu Osmanlı’nın tamamen tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte artık Türkiye’de de cumhuriyetin ilan edilmesiyle birlikte ne oldu Türkiye’de? Medreseler lağvedildi. Yerine modern eğitim sistemi kuruldu. Bu eğitim sisteminde, daha doğrusu üniversite dediğimiz, lisede, ilkokullarda. Bu eğitim sisteminde Osmanlı bakiyesi medrese hocaları ister istemez görev alamadılar. Niye? Çünkü tamamen farklı bir müfredat, tamamen farklı bir dil ve tamamen farklı bir bilim anlayışı zaten. Seküler bir bilim anlayışından bahsediyoruz.

Burada şöyle bir ihtiyaç ortaya çıktı. Şimdi komple sistemi değiştiriyorsunuz fakat ülkenin neredeyse tamamı hala Müslüman ve bu ülkede bir din adamı ihtiyacı var. Yani din hizmetlerini yürütecek devlet memurlarına ihtiyaç var. İnsanların dini ihtiyaçlarını karşılayacak din adamına ihtiyaç var ve aynı zamanda bu din adamlarını yetiştirecek hocalara ihtiyaç var. Ve bu sefer ne kararı alındı? Biz bir İlahiyat Fakültesi kuralım kararı alındı. Bunun ilk örneği Darülfünun’dur değil mi? İstanbul Üniversitesi kapsamında kurulan. Fakat çok uzun ömürlü olmuyor, birkaç sene sonra kapatılıyor. Arada 20 yıllık bir fetret devri var. Tam 20 yıl olmasa da o kadar diyelim. Bir fetret devri var. O süreç içerisinde zaten o asıl hani tam cumhuriyetin yeni kurulduğu ve en çalkantılı dönemler o dönemler 1950’lere kadar. Ve 1949’da Ankara İlahiyat Fakültesi kuruluyor. Fakat Ankara İlahiyat Fakültesi kuruluyor ama şimdi modern üniversite çatısı altında tefsir usulü ve tarihi okutacak hoca yok. Yani hadis usulü ve tarihi okutacak hoca yok mesela veya İslam hukuku okutacak hoca yok. Ne yapıyorlar bu sefer mecburen? Bunu tekrar baştan şerhini düşeyim arkadaşlar. Herhangi bir kötü niyet falan söz konusu değil burada. Hiç kimseyi niyetiyle falan eleştirmiyoruz. Tamamen olgusal, olup biten tarihsel meseleleri anlatıyoruz. Mecburen ne yapıyorlar arkadaşlar? Bir şekilde Batı’da doktorasını yapmış, oralarda eğitim almış kıymetli isimleri getiriyorlar ve ilahiyat fakültelerinde bunlar hocalık yapmaya başlıyor. Dolayısıyla burada verilen dersler otomatik olarak aslında nerelerde alınmış derslerin devamı oluyor? Fransa’da, Almanya’da vesaire. Buralarda oryantalistlerin tedrisatından geçmiş isimlerin verdiği dersler olmuş oluyor.

Sözlerine şöyle devam etti:

Bizim bir ilahiyatın oryantalizmle münasebeti nedir diye bir soru soracak olursanız, aslında bu soruya şu şekilde cevap verebilirsiniz: Son derece organik bir münasebetimiz var. Yani biz bunu inkar edemeyiz. Niye inkar edemeyiz? Hatta daha çarpıcısını söyleyeyim. Mesela şu an günümüzde ilahiyatlarda tartışılan meseleler var değil mi? Pek çok mesele var. İşte Kur’ancılık meselesi, tarihsellik meselesi, hadislerin güvenilirliği meselesi, tasavvufun kökeni meselesi, bir sürü aklınıza şöyle bir 10 tane en yoğun tartışılan mesele getirin arkadaşlar. Bunun sekiz tanesinin şöyle altını kazıyın, oryantalizm çıkar. Yani zamanında 19. Yüzyılda, 20. Yüzyılda oryantalistlerin bir şekilde ustalıkla icat ettiği görüşler olduğu gibi bizim müfredatımıza taşındığı için biz hala bunun sancılarıyla uğraşıyoruz.

Bu da şundan dolayı oldu aslında. O medrese geleneğinden komple radikal bir kopuş gerçekleştiği için, ilahiyatlarda eğitim almaya gelen öğrencilerimiz bu temelden yoksun bir şekilde ilahiyatlara eğitim almaya geldiler ve dolayısıyla ilahiyatlarda anlatılan meseleleri sorgulayamadan, onları tatma imkanı bulamadan kabullendiler. Ve bu birkaç nesil boyunca böyle devam etti.

Yani siz şu an burada ilahiyatta mesela her türlü hocadan ders alıp “Vay ne güzel ilahiyatımız var, her çeşit hoca var, her çeşit görüş var!” diye rahat bir şekilde bir müfredat eğitimi almanıza aldanmayın arkadaşlar. Bundan iki, üç nesil önce bu böyle değildi. Asrın bir söylem vardı ve bu söylem gerçekten hakimiyetini hissettiriyordu. Bu son belki 20-25 sene içerisinde değişti bu. Dolayısıyla bu bizim ilahiyat tarihimizin bir gerçeği arkadaşlar. Biz de bunun içerisindeyiz.

Ben mesela kendimden bir örnek vererek ilerleyeceğim. Lisans son yıllara geldiğimde ben, lisansüstü çalışma yapacak alan arayışı içerisindeydim. Şimdi medrese yıllarından dolayı böyle bir fıkıh formasyonum vardı. Fıkıh çalışmak istiyordum. Hani istiyordum derken hani fıkıh eğitimi mirasına ihanet etmemek için yani. Sonuçta 4-5 sene fıkıh eğitimi almışız vesaire.

Dolayısıyla başlarda ciddi ciddi böyle fıkıhçı olmayı düşündüm. Ama yürümedi yani. Sonuçta bu işi sevmeniz gerekiyor akademik olarak bir çalışma yapmayı planlıyorsanız. Aranızda akademik çalışmalar yapmayı planlayanlar varsa bu söyleyeceklerimden kendilerine güzel paylar çıkarabilirler. Sonrasında zamanla 3. Sınıfın yazıydı hatırlıyorum. Abim bir köye imam olarak atanmıştı. Yazları onun yanında giderdim böyle kafa dinlemeye. Bir yaz giderken 3. Aslında 3. Sınıfın ortalarında bu YDS YÖKDİL çalışmaya başlamıştım. Dolayısıyla Arapça okuyoruz yani. İşte modern metinler, işte El Cezire’den haber okumaya çalışıyoruz vesaire. Ya okuduğumuz her haberde işte o zamanlar da böyle şey çok canlıydı yani, Suriye iç savaşı çok canlıydı o zamanlar. Daha yeni başlamıştı. Ve onları böyle hangi haberi okusan Ortadoğu’da bir yerde bir katliamdan, bir yerde bir zulümden, bir yerde bir gözyaşından, bir yerde bir acıdan bahsediyor.

Dolayısıyla böyle bir yerden sonra bende şöyle bir sorgulama meydana geldi: Ya bu Ortadoğu nasıl bir yer? Yani güvenli bir şekilde seyahat edebileceğin, rahat bir eğitim alabileceğin hiçbir Arap ülkesi kalmamış. Yani Körfez ülkelerini saymazsan. Onlar da zaten kimin güdümünde oldukları çok net. Dolayısıyla böyle köklü, kadim geleneğe sahip Arap ülkelerine bak, o dönemde yani bizim lisans yıllarında, neredeyse yoktu yani. Böyle gidip rahat rahat eğitim alabileceğin vesaire. Her birinde bir karmaşa, her birinde bir iç savaş. Dolayısıyla ben dedim ki ya bu Ortadoğu’yu bir okumalıyız yani. Bize anlatıyor aslında bu hikaye bizim hikayemiz.

Ve böyle hatırlıyorum o yaz 5-6 tane böyle kalın, zar zor bulmuştum yani. O dönemler böyle Ortadoğu kitapları da yoktu arkadaşlar. Yani şimdi her ay bir tane kitap çevriliyor, her ay bir tane kitap Türkçede de yazılıyor artık. O dönemde o kadar yaygın değildi. Temel böyle belli başlı kitaplar vardı. Onları aldım böyle, gittim abimin köyüne. Bir imam odası vardı köy camisinde, çok hoşuma gidiyordu. Orada böyle gece gündüz bir yaz boyunca böyle Ortadoğu okuması yapmıştım. Şimdi okuyorum, okuyorum ama okudukça böyle seni çekiyor içine. Yani çünkü hakikaten dipsiz kuyudur yani Ortadoğu. İnsanlığın ortaya çıktığı yer olduğu için, bütün peygamberler tarihinin yaşanıp bittiği yer olduğu için, bütün çatışmaların, dünyanın bütün gözünün üzerinde olan yer olduğu için oranın hikayesi bitmez. Dolayısıyla baktım bu işin sonu yok, bu işin dibi yok. Çünkü artık dönem başladı son sene. Böyle derslerimden falan geri kalıyorum yani o kadar merak saldım. Sonra dedim ki ya ben dedim bu Ortadoğu merakını bastıramam. Ben akademik çalışmaları bunun üzerinden devam ettireyim. Ama düşün yani 4-5 sene fıkıh eğitimi almışım. İlahiyatçıyım Ortadoğu ne alaka meselesi artık zihnimi kurcalıyor yani. Sonra dedim ki o zaman ben şöyle yapayım. İşin içerisinde Ortadoğu da olsun. Yani biraz tarih olsun. Dil merakım da var. İşte Arapça, İngilizce falan çalışıyorum yoğun bir şekilde. Dil merakımı da tatmin edeyim bir yandan. Böyle düşünüyorum. Hani bir espri var ya “çilek yiyeyim, muz tadı gelsin” vesaire tarzında. Aynen öyle bir ruh hali içerisindeyim. Fıkha uygulamaya çalıştım, olmadı. Yani fıkıh böyle bir alan değil. Doğrudan işin felsefi ve pratik tarafıyla ilgilendiği için fıkıh. Hadis zaten fazla teknik geliyordu. Böyle rical-i ilmi, senetler, isnatlar vesaire. Geriye bir tek ilim kalıyor. Tefsir kalıyor. Niye? Çünkü ben oryantalizm okumaları yaparken şunu fark ettim.

Şu an size arkadaşlar aslında bir ilahiyat öğrencisinin oryantalizmle münasebetini anlatıyorum. Yani az önceki tarihçeye bunu yerleştirmenizi istiyorum zihninizde. Ortadoğu’yu okudukça ben şunu gördüm. O Cemil Meriç’in sözü böyle her sayfada tecelli etti. Yani bir yerde bir karışıklık varsa, bir yerde bir iç savaş varsa, bunun kökenleri hep 100 yıl öncesine, 150 yıl öncesine dayanıyor. Yani böyle son 5-10 senede ortaya çıkmış anlaşmazlıklar, 5-10 sene önce ortaya çıkmış problemler değiller. Ve bunlar zamanında sömürgeci Batılı devletlerin oryantalist beyinlerle adım attıkları toprakları karıştırıp geri gitmelerinin bir sonucu. Bunu gördüm. Yani Ortadoğu okudukça aslında Ortadoğu beni oryantalizme götürdü. Ve en son böyle lisansın bitimine 2 ay falan var değerli arkadaşlar. Bakın zamanın kritikliğini düşünün. 2 ay var. Dedim ben tefsirde bunu yapabilirim. Çünkü biraz araştırdım.

Hakikaten oryantalizmin en çok mesai harcadığı alan Kur’an alanı. İslam araştırmalarında. Arapça üzerinden Kur’an’ın dili zaten Arapça. Arapça merakımı tatmin edebilirim. E Batı dilleri. İngilizce var. Kaynakları hep İngilizce okuyacağım. İşin içine diğer Batı dilleri de girecek. Batı dilleri merakımı da tatmin edebilirim. E zaten oryantalizm işin hem tarih boyutu var hem Ortadoğu boyutu var vesaire. Böyle tefsir alanında hepsi birleşmiş oldu. Yani benim tefsirciliğim aslında lisans yıllarının son 2 ayında gerçekleşmiş bir şey yani. Mülakatlar falan başlayınca böyle apar topar birkaç giriş kitabı falan okuyup öyle gidip kazanmak nasip olmuştu yani. Son ana kadar yoktu gündemde.

Sonrasında burada aslında ben oryantalizm çalışmaya karar verdikten sonra arkadaşlar, yüksek lisans boyunca sadece metin düzeyinde oryantalizmle muhatap oldum. Yani sadece okuyorum. İşte tarihini okuyorum, doğu-batı ilişkilerini okuyorum, işte Kur’an araştırmalarını okuyorum vesaire. Bir şeyi böyle metinden okuduğunuzda onun size verebileceği tasavvur o satırlardan ibaret kalıyor. Yani ötesine geçemiyorsunuz. Sadece metinle muhatapsınız çünkü. Bende ki de hep bir bilgi boyutundaydı bu zamana kadar.

Fakat hep eleştirel literatür üzerinden öncelikli olarak gittiğim için bu bir eleştirel bakış açısı olarak yerleşmişti bende. O yüzden bunu da yeri gelmişken ifade edeyim yani. Oryantalizm oryantalizm diyorum da sakın böyle gidip de bu konferanstan sonra bir oryantalistin kitabını alıp okumaya falan çalışmayın arkadaşlar. Önce ikincil literatürü, oryantalizm üzerine yazılan eleştirel literatürü bir okuyun. Tarihçesini iyi bir okuyun. Ondan sonra vaktiniz ve enerjiniz kalırsa doğrudan oryantalist metinlerle iştigal edebilirsiniz. Sonra doktora yıllarında bundan 2 sene önce falan bir yurt dışına gitme imkanı doğdu. Ve bu bende böyle ciddi bir heyecan uyandırdı yani. Çünkü ilk defa doğrudan oryantalizmin menbaına gideceğim. Ve tabii Oxford falan yoktu piyasada yani. Onlar hani işte Oxford kim, ben kim modundaydım tabii o zamanlar. Başka üniversitelere falan başvuruyordum. Birkaç tanesinden kabul almıştım fakat olmadı yani. Hocalar izine ayrıldı vesaire. En son Tıbbıtak kapsamında gittim ben. Tıbbıtak bursunun bitmesine bir hafta kala Oxford gündeme geldi ve ilginç bir şekilde kabul aldım Oxford’dan ve Oxford’a gittim. Az önce bahsettim, oraya bağlayacağım olayı. Dört asırdan fazladır Oxford’da İslam araştırmaları yürütülüyor arkadaşlar. Ve oraya gittiğimde şunu gördüm. Yani o kadar oturmuş bir sistem çerçevesinde bunu yapıyorlar ki, hocaları, öğrencileri, dersleri vesaire. Arapçayı böyle adeta hani sizden bizden iyi öğreniyorlar ve Arapçayı sizden bizden iyi bir ilim dili olarak kullanıyorlar. Yani öğrenmek aslında çok bir maharet değil. Yani birisini karşınıza koy altı ayda da öğrenir, bir senede de öğrenir. Yani bir şekilde öğrenir. Dil öğrenmek maharet değil. Asıl maharet bu dili senin kendi çıkarlarına, kendi ülkenin çıkarlarına, kendi ideolojik çıkarlarına, kendi dini çıkarlarına hizmet edecek şekilde kullanabilmek. Asıl maharet burada. Zaten oryantalizmin mahareti de buradan geliyor. Orada ben onlarla doğrudan münasebet kurduktan sonra arkadaşlar şunu gördüm. Bizim mesela Türkiye’deki ilahiyat eğitimi müfredatıyla kendi zihnimde bunu karşılaştırdım vesaire. Ya dedim ki oralara hani bu oryantalizmin tarihini bilmeden giden bir insan şunu der: “Vay be! Binalara bak! Eğitim sistemine bak! Görüyor musun? Kaliteye bak!” falan dersin değil mi? Fakat bu tarihçeyi sen bildiğinde oraya gittiğinde şunu görüyorsun: “Ben,” diyorsun, “bu şaaşaalı sahte medeniyetin ne üzerine kurulu olduğunu biliyorum.” Diyorsun. Neyin üzerine kurulu? Bizim mirasımız üzerine kurulu. Bizim Müslüman kardeşlerimizin kanları üzerine kurulu. Bizim topraklarımızın sömürülmesinin üzerine kurulu. Dolayısıyla buradan şuna geleceğim arkadaşlar. Olur da bir gün böyle Batı’ya, oryantalizme merak salarsanız, ilk bakışta o Batı’nın cazibesi sizi böyle hayran bırakabilir kendine. Gerçekten hayran bırakmaması mümkün değil yani arkadaşlar. Ben bir sene boyunca o kadar rahat yaşadım ki yani Oxford’da böyle bizim oğlan bedava anaokuluna gidiyordu. Ne bileyim, her yer park, her yer kütüphane. İnsanlar birbirine saygılı. İşte ayağını yola atıyorsun, araba yol veriyor vesaire hani meşhur deyim vardır ya. Böyle bir hayat var orada. Ama bunun daha 100 sene öncesine baktığında neyi görüyorsun? O hayatın barbarca geçmişini görüyorsun.

Çok böyle çarpıcı bir örnek vereyim. Fransızlar en çok işgal ettikleri yer neresi Fransızların? Kuzey Afrika’da Cezayir değil mi? Cezayir’de milyonlarca insanı katlettiler. Fransızlar arkadaşlar Cezayir’i işgal ettiklerinde Cezayir’deki o Osmanlı’dan kalma vakıf sistemiyle baş edemiyorlar. Ve Cezayir’de böyle tamam siyaseti, ne bileyim sosyal hayattaki kontrolü ele geçirseler de ekonomi ve dini yaşantı üzerindeki kontrolü bir türlü ele geçiremiyorlar. Niye? Vakıf müessesesinden dolayı. Çünkü biliyorsunuz Osmanlı’da ekonomi büyük oranda vakıflar üzerinden dönerdi. Özellikle para vakıfları vesaire sonradan teşekkül ettikçe. Bu sefer arkadaşlar bu Cezayir’i işgal eden Fransız yetkililer ne yapıyorlar? Fransa’dan İslam hukuku uzmanları getirtiyorlar. Bak, Fransa’dan İslam hukuku uzmanları getirtiyorlar. Bunlar Cezayir’de yerel Cezayir lehçesini öğreniyorlar vesaire ve uzun yıllar araştırmalar yaptıktan sonra arkadaşlar Cezayirli halkı şuna ikna ediyorlar: “Bu vakıflar artık gereksiz. Bu vakıflar ekonomiye artık yük oluyor. Bizim bu vakıfları artık devreden çıkarıp ne yapmamız lazım? Modern Batılı ekonomik sistemini tesis etmemiz lazım ve artık bu düzeni değiştirmemiz lazım.” Diye bizzat o insanları buna ikna ediyorlar. Ve ne oluyor arkadaşlar? Bir yerden sonra vakıf sistemi kaldırılıyor komple. Bunu böyle silah zoruyla falan yapmıyorlar. Tamamen halkın kendi oyuyla, kendi meclisinden bunu geçirerek ne yapıyorlar? Manda yönetiminde bunu onaylatıyorlar ve o an bütün Kuzey Afrika’nın, başta Cezayir olmak üzere, ekonomisi komple Batılı sömürgeci devletlerin eline düşüyor.

Çünkü yerine getirilen sistem İslami bir nizam değil. Tamamen kredi usulü Batı ekonomi sistemi gelmiş oluyor. Çok basit bir örnek bu aslında. Bir yerin nasıl işgal edildiğine, bir yerin nasıl ele geçirildiğine dair. Mesela geçen hafta nasip oldu. Biz bir Kudüs seyahati yaptık. Orada mesela gözlerimle şahitlik ettim yani. Çok Arap ülkesine gittim ben. Neredeyse çoğuna gitmişimdir ama ilk defa Kudüs’e gitmek nasip oldu. Ve gerçekten de çok farklı bir etki bıraktı bende. Bir oryantalizm çalışan birisi olarak aslında orada böyle o oryantalizmin mirasını böyle damarlarıma kadar hissettim. Bu tarihçeyi bilmeyen birisi orada böyle şey görür: Bir İsrail polisi zulmediyor yani sana baskı yapıyor gibi görür. Ama bu tarihçeyi sen bildiğinde şunu görüyorsun. Mesela dinden ya da ne bileyim bütün ideolojilerden soyutlayın bir insanı. Bir insanın diğer bir insanı öldürmesinin nasıl bir motivasyonu olabilir? Çok temelde bir soru soruyorum. Yani bir din düşmanlığını kaldır ortadan ya da ne bileyim bir ideolojik düşmanlığı kaldır. Bir insan gözü kapalı bir şekilde diğer bir insanı nasıl öldürebilir? Yani bu kötülüğü nasıl açıklayabilirsin? Ve bunu sadece bir insan bazında da değil. Yani binlerce, milyonlarca insan bazında bunu nasıl yapabiliyor mesela? Değil mi?

Yani şu an mesela sömürgecilik tarihini düşünün arkadaşlar. Yani kayda geçenler var, bir de kayda, onun kat kat fazlası kayda geçmeyenler var yani. Milyonlarca Müslüman katledilmiştir sömürgecilik tarihinde. Burada şu soruyu sorması lazım bir Müslüman kendine: Ya hadi 100 tane öldürdün hani amiyane tabirle 200 tane öldür. Ya milyonlarca insanı nasıl öldürebiliyorsun? Ya bir yerden sonra insanın vicdanı sızlar değil mi? Yani ne oluyor yani? Hani nasıl öldürüyorsun bu kadar insanı der değil mi? İşte bu da arkadaşlar oryantalizmin mirasıdır. Nasıl biliyor musunuz?

Modern dönemde, biliyorsunuz ne oldu? Bir bilimsel devrim oldu. Değil mi? Bu bilimsel devrim nasıl gerçekleşti? Batı’da, özellikle Rönesans ve Reform dönemlerinden sonra Kilise ne oldu? Devre dışı bırakıldı. Yani Hristiyan Kilisesi artık bilim üzerindeki tahakkümünü kaybetti ve tamamen seküler, dinden, Tanrıdan, İlah’tan, peygamberden bağımsız bir bilim anlayışı tesis edildi. Ve bu bilim anlayışının hiçbir kontrol mekanizması yoktu. Yani biz mesela İslami ilimlerle uğraşan birisi istediği kadar doruk noktaya çıksın. Yani bizim şu an Batı’nın mesela teknolojik olarak icat ettiği ne varsa mesela şöyle kökenine bakın bir Müslüman alimin icadını görüyorsunuz. Bunu böyle övmek için söylemiyorum. Elbette yiğidi öldür hakkını teslim et yani. Teknolojik ilerlemeler inkar edilemez. Fakat o dönemde o güce ulaşmış Müslüman alimler mesela herhangi birine bir zulüm etmişler midir ya da bir Müslüman ordusu herhangi birine bir zulüm etmiş midir? Etmemiştir. Onu frenleyen şey neydi? Mesela Kehf Suresi’nde meşhur bir hükümdar anlatılır. Değil mi? Hangi hükümdar? Zülkarneyn anlatılır değil mi? Zülkarneyn Aleyhisselam ilk seferinde nereye gidiyor? Batıya gidiyor değil mi? Batıya gittiğinde orada bir tane kavimle karşılaşıyor. Allah Celle Celalühü ayet-i kerimelerde anlatıyor. Ve bu kavim, yani öyle bir kavim ki hani böyle güneşin battığı, hani balçık içerisinde girdiği, ya dünyanın sonu yani. Hani herhangi bir medeniyet olmayan, Zülkarneyn’in hiçbir işine yaramayacak, herhangi bir faydasını olmayacak bir kavimle karşılaşıyor. Ve koca Zülkarneyn’e Allah Celle Celalühü iki seçenek veriyor Zülkarneyn Aleyhisselam’a. Ne diyor? Ya onları azap, işkence edebilirsin, cezalandırabilirsin ya da iyilik yapabilirsin diyor. Ve Zülkarneyn ne yapıyor orada devamında? Allah Celle Celalühü’ye, ya kendi kendine ya da Allah Celle Celalühü’ye hitaben ne diyor? İyileri ödüllendireceğiz. Kötüleri cezalandıracağız. Kötüleri bir de Allah cezalandıracak diyor ayetin sonunda. Şimdi düşünün. Koca ordunuzla dünyanın sonuna kadar gidebilmişsiniz. Bu şu demek yani, dünyanın yarısını fethetmişsin. Ve dünyanın sonunda karşına böyle senin dilini de anlamayan, senin hiçbir işine yaramayan bir kavim çıkıyor. Ne yapar normalde bu şekilde dünyayı fetheden bir hükümdar olsa? İskender’in yaptığı gibi, Nebukadnezar’ın yaptığı gibi, Roma krallarının, imparatorlarının yaptığı gibi ne yapar? Ezip geçer değil mi? Ne uğraşacak yani onlarla. Devam eder seferine. Fakat ne yapıyor Zülkarneyn? Vakit ayırıyor, zahmet ediyor, iyileri ayırıyor, kötüleri cezalandırıyor. Bunu ona yaptıran şey ne? Vahiy. Başka bir şey değil.

Allah korkusu bunu ona yaptırıyor.Dolayısıyla modern dönemde, modern bilimler çerçevesinde bilgi anlayışı komple değişti. Yani önceden Müslümanlar hakimken İslami epistemoloji, yani İslam bilimleri hakimken her zaman temelde ne vardı? Vahiy vardı. Dolayısıyla bütün ulema, bütün hükümdarlar, bütün askerler her şeyden önce vahye tabi oldukları için bir kontrol mekanizması çerçevesinde hareket ediyorlardı. Böyle zulmetmeleri falan söz konusu değildi. Ama siz devreden bu kontrol mekanizmasını komple çıkarttığınızda, yani ürettiğiniz bilim üzerinde hiçbir ilahi denetim mekanizması uygulamadığınızda, önünüzde sizi durdurabilecek hiçbir şey kalmıyor. Ve dolayısıyla modern Batılı devletler ne yaptılar? “Biz şimdi bu tekniğe sahibiz.” Dediler. Gemi üretiyoruz, silah üretiyoruz, asker yetiştiriyoruz, teknolojimiz var, şehirler inşa ediyoruz vesaire. E buraları bizim çalıştırabilmemiz için, daha da zenginleştirebilmemiz için neye ihtiyacımız var? Diğer ülkelerin zenginliklerine ihtiyacımız var. Sonuçta Batı bataklıktı arkadaşlar. Yani öyle tarımı yoktu, doğal kaynakları yoktu, hiçbir şeyi yoktu. Yani baharatı bile yoktu Batı’nın yani. Baharat bile doğudan gelmişti Batı’ya. Ne dedi bu sefer Batı? “Biz gidelim onları getirelim Doğudan.” Sömürgecilik dediği şey böyle başladı arkadaşlar. Ve gittikleri yerde ne yaptılar? Haklı haksız, masum suçlu, hiçbir şekilde dindar, Müslüman gayrimüslim ayırt etmeden ne yaptılar? Kendi dindaşları da dahil yani. Komple kılıçtan geçirdiler. İşte bunu nasıl yaptılar? Şunu, şu şekilde yaptılar: Bir ben vardı. Yani Batı olarak bir ben vardı. O bir Batı’nın kendi öznesi vardı. Bir de öteki vardı. Öteki de kim? O Batı’nın dışında kendi kendine var olmaya çalışan ama Batı’nın gözünde var olmaya hak etmeyen ve Batı müsaade ettiği ölçüde var olmayı hak eden bir varlık vardı. Dolayısıyla şu soruyu sorduğunda: “Ya Fransa Cezayir’de nasıl 2 milyon insanı katletti?” sorusunu sorduğunda, bunun cevabı burada: Sen bu soruyu sorarken diyorsun ki:

“Cezayir nasıl 2 milyon insanı katletti?” Onu katlederken o gözünde insan değildi ki. Yani o insan katletmiyordu orada. O yaşam hakkı olmayan, normal sokaktaki bir kediyi öldürmekle bir Müslümanı ya da bir herhangi bir Arap vatandaşını öldürmek arasında onun gözünde bir fark yoktu. Ve bunu ona veren ne? Bu işin felsefesi. Bu ona böyle askeri talimlerle verilen bir eğitim değil. Bu işin arkasında bir felsefe var. Bu işin arkasında bir ideoloji var. Dolayısıyla Kudüs’e gittiğinizde ya da ne bileyim, Mescid-i Aksa’ya gittiğinizde sizi o Mescid-i Aksa’nın kapısından girerken durduran İsrail polisi de sizi insan olarak görmüyor. Aynı mirasın devamı. Hani “okyanus bu” derler ya. Aynı. Yani sen bir yani tamamen saf bir niyetle oraya gelmiş, orada ibadet etmek isteyen, 3. Mescid’i olarak orayı benimsemiş bir insanı niye almıyorsun bir mescide? Nedeni bu. Seni insan olarak görmediği için öldürmediğine şükret diyor sana yani. Aslında sana ne yapmış oluyor? İyilik yapmış oluyor kendi gözünde. Seni öldürmediğime şükret diyor. Yapmadığı şey değil çünkü. Dolayısıyla değerli dostlar, burada bu mirasın farkında olmamız lazım.

Son olarak şunu söyleyeceğim: Bu bir miras dedik. Bunu böyle olumlu ya da olumsuz anlamda söylemiyorum. Bir gerçeklik olarak. Oryantalizmin İslam araştırmalarına muazzam faydaları da olmuştur arkadaşlar. Yani yiğidi öldür hakkını yeme dedik ya. Yani özellikle yöntem açısından. Mesela çok basit bir örnek vereyim. Biz şu an Kur’an el yazmalarını incelemeyi oryantalistlerden öğrendik. Çok acı ama gerçek bir durum. Yani bir mesela şöyle söyleyeyim:

İstanbul’da diyelim ki Osmanlı’dan kalma herhangi bir kütüphanede bir Kur’an el yazması bulunsa ve gerçekten de böyle çok eski olduğu düşünülen bir el yazması olsa ve bunu da Müslüman araştırmacılar inceleyecek olsalar, uygulayacakları yöntem oryantalistlerin geliştirdiği yöntemdir. Biz de geliştirme düşündük bu yöntemleri. Çünkü modern dönemde oryantalistler doğudan, İslam dünyalarından, İslam dünyasından getirdikleri el yazmalarını Batı’da ne yaptılar? Hususi inceleme konusu yaptılar ve bunun üzerinde teknikler geliştirdiler. El yazması bilimi diye bir şey ortaya çıktı ve biz bunu onlardan öğrendik. Dolayısıyla bize bu şekilde pek çok faydası var. Bu bizim canımızı acıtan bir şey ama bizim pek çok işimizi kolaylaştıran, işimize yarayan bir şey. Ve ne oldu ama günün sonunda mesela? Oryantalistler bu Kur’an el yazmalarıyla tam bir asırdan fazladır uğraşıyorlar. 1905’e dayanır oryantalistlerin Kur’an el yazmaları projesi, kendi alanımdan bir örnek vererek bitireceğim. 1905’te bir grup Alman oryantalist şöyle bir karar alıyor arkadaşlar. Diyorlar ki: “Biz,” diyorlar, “dünyanın farklı yerlerindeki Kur’an el yazmalarının, en eskilerini bulacağız. Bunu yapabiliyorsak bizzat fiziki nüshasını almaya çalışacağız. Yapamıyorsak mikrofilmini, görselini alacağız, getireceğiz Almanya’ya ve bunları inceleyeceğiz.” Amaçları ne? Amaçları şu: Günün sonunda tıpkı elimizdeki o muharref İncil ve Tevrat gibi farklı bir Kur’an’a ulaşmak. Çünkü şöyle düşünüyorlar. O dönemde el yazmaları bilimi geliştiği için şöyle bir algı ortaya çıkıyor: Günümüzde istediği kadar sağlamlığına inanılan bir metin olsun, o metnin tarihi, doğrudan yazıldığı döneme kadar, ortaya çıktığı döneme kadar el yazmaları üzerinden izlenmedikçe o metin güvenilir sayılmaz diyorlar. Ve önce bunu kendi kitaplarına uyguluyorlar bakın. Önce bunu Tevrat’a uyguluyorlar arkadaşlar ve Tevrat’ın Hazreti Musa’yla hiçbir alakası olmadığı ortaya çıkıyor. Bunu bizzat Batı üniversitelerinde yapıyorlar. Almanya’da Tübingen Okulu diye bir gelenek vardır yani. İnternetten kısa bir araştırmayla hakkında bilgi edinebilirsiniz. Sonra İncil’e uyguluyorlar bunu. Daha Kur’an yok gündemde araştırma olarak. İncil’e uyguluyorlar, bu dediklerim hep arkadaşlar 1800’lerin başlarında oluyor. İncil’de aynı şekilde Hazreti İsa’dan 3-4 asır sonra İncil’in farklı farklı yazarlar tarafından ortaya çıktığı anlaşılıyor. El yazmalarını takip ediyorlar çünkü el yazmalarını analiz ediyorlar.

Sonra diyorlar ki: “E o zaman Kur’an da böyle çıkar. Biz bunu bir de Kur’an’a uygulayalım.” Diyorlar yani. Niye çıkmasın? Sonuçta yani İslam’dan daha eski 2500 yıllık bir Tevrat geleneği böyle çıktıysa, 2000 yıllık bir İncil geleneği böyle çıktıysa, e 1400 yıllık Kur’an geleneği niye böyle çıkmasın diyorlar ve bu şekilde araştırmaya başlıyorlar arkadaşlar. Gerçekten de Topkapı Sarayı’na kadar bile gelerek o el yazmalarını topluyorlar. Almanya’ya götürüp incelemeye başlıyorlar. Ve bu proje geçen sene bitti. Bakın, bu proje geçen sene bitti arkadaşlar. Yaklaşık 120 yıl sürdü diyebiliriz. 120 yıllık proje arkadaşlar, düşünün. Bizim Türkiye’deki en eski proje ne kadardır bir İslam araştırmaları, ilahiyat? Bilmiyorum.

Konuşmasına şu sözlerle devam etti:

Günün sonunda şuna ulaştılar arkadaşlar. Ben bizzat bunu projenin kapanıştan bir önceki toplantısında projenin yöneticisinden dinledim. Bu kulaklarımla Almanya’da, Berlin’de. Dedi ki: “Biz,” dedi, “bizim öncülerimiz, yani seleflerimiz bu projeye başlarken amaçları kritik edilmiş bir Kur’an metni ortaya çıkarmaktı.” Tabii öyle diyorlar, bilimsel kılıfı bu, kritik edilmiş Kur’an metni, bilimsel kılıfı. Fakat dedi, “bugün,” dedi, “bizim ulaştığımız nokta şudur: Kur’an-ı Kerim ufak tefek katip sehiv hataları dışında, işte noktayı koymamış, ne bileyim ya harfini uzatmamış vesaire. Böyle ufak tefek katip sehivleri dışında Kur’an-ı Kerim olduğu gibi günümüze ulaşmıştır.” Bunu bulan kim? Oryantalistler. Ne amaçla yola çıkmışlardı? Tam aksini ispat etmek amacıyla yola çıkmışlardı. Ve ben arkadaşlar, Kur’an’a bu Rabb’imizin bir nimetidir ve aynı zamanda Rabb’imizin bir vaadinin tecellisidir. “Bu Kur’an-ı Kerim’i biz indirdik, onu biz koruyacağız” buyuruyor değil mi? Rabb’imiz Celle Celalühü. Dolayısıyla değerli arkadaşlar, bu sadece Kur’an el yazmalarında değil. Oryantalistlerin hangi alana el atarlarsa atsınlar, bu alanlardaki böyle ortalığı karıştırma potansiyelleri son 30-40 seneye kadar işe yaradı.

Artık arkadaşlar, özellikle medrese geleneğinin ilahiyat geleneğiyle güzel bir ahenk oluşturmaya başlamasından sonra, şu an birisi böyle bundan 10 sene önce, 20 sene önce böyle gerçekten taraftar bulan bir görüşü, birisi ilahiyatlarda ortaya atsın, gülerler adama. O konuma gelmiş durumdayız hamdolsun.

Dolayısıyla böyle anlatıyoruz, tarihçeyi anlatıyoruz, anlatıyoruz da sizi böyle karamsarlığa düşürüp de gitmeyeyim yani. Şu an Allah’ın izniyle bu şekilde ilahiyatlarımız devam ederse, bu şekilde konferansımız devam ederse, çok daha güzel şeyler olacak, çok daha iyi şeyler olacak Allah’ın izniyle. Şu şikayeti hep duyarsınız: “Ya bu nesil çok bozuldu.” Şikayetini hep duyarsınız, değil mi? Öyle böyle bozulmadı yani, çok bozuldu bu nesil. Bizden önceki nesilde de bu şikayet vardı. Ondan önceki nesilde de bu şikayet vardı.

Hüseyin Hocama soralım yani benim babam yaşında Hüseyin Hocam. Sizin nesilde de vardı hocam değil mi bu şikayet? Yani sizin babalarınız da muhtemelen size bakıp “Ya bu nesil çok bozuldu.” Diyordu muhtemelen. Fakat değerli arkadaşlar, bu “nesil çok bozuldu” şikayetini şu açıdan düşünmek lazım. Bundan 3-5 sene öncesinin teknolojik imkanlarını düşünün. Yani 10 sene öncesi demiyorum ha ya da 20 sene öncesi demiyorum bak. Sadece 3-5 sene öncesinin teknolojik imkanlarını düşünün. Sadece Chat GPT’nin yaptığı devrimi düşünün yani. Size sunduğu imkanları düşünün, teknolojik imkanları. Bu şu demek arkadaşlar: Bu dönemin, bu neslin kötüsü, evet, bir önceki neslin kötüsünden daha kötü. Bu bir gerçek. Niye? Kötülüğe ulaşma imkanı daha fazla. İmkanlar daha fazla. Mesela önceden diyelim ki, mesela kumar oynamak. Tamam mı? Birisi kumar oynamak istediğinde ne yapmak zorundaydı? Kalkıp evinden ya işte kumarhaneye ya kıraathaneye vesaire gidip zaman harcayıp, fiziki çaba harcayıp, para harcayıp o günahı işlemek zorundaydı. Bir zahmetliydi yani. Günah işlemek zahmetliydi önceden. Fakat günümüzde ne yapıyor adam? Telefonuna bir tane oyun indiriyor ve o oyunda tık tık tık kaydıra kaydıra kumar oynuyor. Ben bunu bilmiyordum arkadaşlar.

Birkaç sene önce askere gittim. Askerde öğrendim ben onu. Gerçekten bilmiyordum yani. Allah öyle muhafaza etmiş bizi çok şükür. Millet, ben oyun oynuyorlar zannediyordum. Meğerse kumar oynuyorlarmış. Bizdeki o Candy Crush falan oyunları vardı bizim üniversite. Ben öyle bir oyun zannediyordum. O da kaydırıyor ama kumar mış meğerse. Fakat bunun tam tersi: Bizim neslimizin iyisi, bakın yani siz bizim bir alt neslimiz sayılırsınız. Ben sizin ara nesliniz oluyorum yani bir üst nesille. Bizim ve sizin neslinizin, hatta sizin neslinizin iyisi bizim neslimizden daha iyi. Sizin kötünüz bizden daha kötü ama sizin iyiniz bizden daha iyi. Niye? İyilik imkanları da kötülük imkanlarına kadar aynı doğrultuda çoğalıyor arkadaşlar. O kötülüğe kullanılabilen imkanları siz de aynı şekilde iyiliğe kullanabilirsiniz. Dolayısıyla elimizdeki imkanların farkında olmamız lazım. Bize öğretilen şeyleri, bize miras bırakılan şeyleri böyle olduğu gibi benimsemek yerine, “Biz böyle gördük.” Deyip devam etmek yerine, elimizdeki imkanlar doğrultusunda hakikate olabildiğince yaklaşmaya çalışarak arkadaşlar her şeyden önce iyi bir Müslüman, iyi bir kul, ardından da iyi bir öğrenci, iyi bir vatandaş, iyi bir anne, iyi bir baba, iyi bir hoca, ne iş yapıyorsak yapalım, her şeyin en iyisi olmamız lazım.

Yoksa bakın mesela arkadaşlar en başta gösterdiler. Allah razı olsun. Ne güzel Filistin hakkında bir sürü program yapmışlar. Ben de Kudüs’ten yeni geldiğim için duygulandım yani o organizasyonları görünce. Fakat şöyle bir soru sorayım. Biraz canınızı sıkayım mı? İsrail devleti ne zaman kuruldu arkadaşlar? Bir dakika. Kaç kişi biliyor? İsrail devletinin kaç yılında kurulduğunu? Salonun üçte biri bile değil arkadaşlar. Şimdi biz nasıl kalkıp bir Filistin davası iddiasında bulunacağız? Değil mi?

Konuşmasına şu sözlerle son verdi:

Bu arkadaşlar bugünün size bir hatırası olsun. Sabrınız ve dinlediğiniz için teşekkür ediyorum. Ve ahiru davana enilhamdülillahi Rabbil alemin. El Fatiha.

Hediye takdimi ile konferansa son verildi.

Haber: Rabia ATEŞ – İrem GÜLDAŞ

Etkinlik-Eylem Haberleri

Ekin Yayın Grubu’ndan Gazze kamplarına destek: Temiz su ve yemek dağıtımı
Uyuşturucu ve Kumar Gençliği Kuşatıyor
Özgür-Der bölge istişaresi Tatvan'da yapıldı
"İslam medeniyet tarihinde şehir olgusu"
Tatvan Özgür-Der’de ‘’Hakkı ve sabrı yaygınlaştırmak’’ konferansı yapıldı