İngiltere’nin eski başbakanı Tony Blair’in eşinin kardeşi Lauren Booth İslam’la şereflendi. Devam edelim: Booth İngilizlerin The Guardian gazetesindeki makalesiyle kendine eleştiri getirenlere meydan okuyor ve onları İslamofobik önyargılarıyla yüzleşmeye davet ediyor.
Özellikle de Müslüman olduğu haberlerinin çıkmasıyla hakkında kadın köşe yazarları tarafından kaleme alınan yazılarla. Önce derin bir nefes alın diyor ve ekliyor, sizinle beraber yirmi birinci yüzyıl İslamına şöyle bir göz atalım: Elbette ki ister İslam toplumlarında olsun isterse diğer toplumlarda olsun kadınlara kötü davranılan birçok yer vardır. Ama kadınlara bunu reva görenler insanlardır, Yaratıcı değildir. İslam dünyasında şahit olduğumuz birçok uygulama ana, orijinal, esas olandan saptırılmış, dini değil geleneği esas alan alışkanlıklardır. Yani kültür çıkışlıdır bunların çoğu, din çıkışlı değil. Benim, diyor Booth, İslam’a yolculuğum bana dışarıdan doldurulan bilgilerle gerçek olanlar arasındaki açıklığı farketmemle başladı. Önce etrafımda gördüğüm birçok Müslüman kadın ve erkekte dikkatimi çeken dışarıya yansıyan sakinlikleri oldu. Neydi onları böyle huzurlu yapan... Bu sene İran’a gidişimde oradaki Müslümanların namaz kılışları ve bu yolla barış ve huzur arayışları bana budizmi hatırlatmıştı başta. Barış... her Müslümanın namazı Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla başlar ve selamla biter... Etrafımdaki Müslümanlar beni barış ve huzur hissettirerek kucakladılar... Bu arada Müslüman olmayan arkadaşlarım ve meslektaşlarım ne kadar da duygusuz görünmeye başladı gözüme... Birileri bizi yadırgamaksızın bizler neden toplum içinde ağlayamayız, veya birbirimize sarılamayız veya aramıza yeni katılan bir arkadaşa seni seviyoruz diyemeyiz... Bu insanlar, dedim içimden, eğer korku üzerine bir iman geliştirdilerse, neden hemen bundan uzaklaşıp mesela içkiye dadanmıyorlar, eğlenceye gark olmuyorlar, tıpkı bizim Batı’da yaptığımız gibi... kendime bunu sordum... Son olarak da Müslümanların namazları sırasında hissettiklerini hissettim: tatlı bir ahenk ve yoğun bir mutluluk... sahip olduğum her şeyden dolayı duyduğum minnet ki mutlu olabilmem için bunun dışında ihtiyacım olan hiçbir şeyin de olmadığını idrak etmek... Ve İran’daki Mesume Camii’nde namaz kıldım, kollarımı, yüzümü, başımı ve ayaklarımı yıkadım. Ve hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmadı. Bu kadar basit...
Yaşadığımız büyük yalana bakıyorum da bu, modern hayatımızın çehresini oluşturuyor ve bizim materyalizm, tüketimcilik, ahlaksızlık ve uyuşturucu aracılığıyla sonsuz mutluluğa erişmemize vesile olacağı söyleniyor. Ama ben bir de ekranların arkasına baktım, insanı bağlayıcı, müthiş bir sevgi, barış ve umut gördüm orada. Bu arada günlük hayatım aynen devam ediyor, yemek yapıyorum, Filistin’le ilgili televizyon programları hazırlıyorum, ve evet namaz kılıyorum... En son alkolü bırakmak istediğimde başarısızlıkla sonuçlanmıştı bu gayretim. Şimdi ise yani İslam’a geçişimden beri içkiyi ağzıma koymayı tahayyül bile edemiyorum....
Diyor Lauren Booth ve sözlerini şöyle bağlıyor: BBC’de Müslümanları Allahu Ekber diye bağırarak gördüğümüzde, biz Batılılar bunu şu şekilde duymaya ve algılamaya kodlanmışız: Biz siz İngilizlerden nefret ediyoruz ve sizi pazar alışverişlerinizi yaptığınız sırada havaya uçurmaya geliyoruz. Oysa biz Müslümanların dediği Allah’ın çok büyük olduğu. Biz bunda teselli buluyoruz, Batı ülkeleri bizim köylerimize saldırdıktan sonra. Normalde bu söz bizim birbirimizle, Yaratanımızla, komşularımızla Müslüman olsun veya olmasın bütün insanlıkla barış içerisinde yaşamak istediğimizi haykırıyor. Veya o olamıyorsa, hiç değilse, içinde bulunduğumuz şartlar altında, huzur içinde yaşamak için rahat bırakılmamız iyi olurdu.
YENİ AKİT