Laikliğin tipleri ve Müslümanın duruşu

Faruk Köse

Laikliğin “Fransız tipi”ne karşı çıkılırken, “diğer tipleri”nin uygulanmasına taraf olunması gibi bir garabetle yüz yüzeyiz. Garabet diyorum, çünkü “Müslümanım” diyenin, hangi tipten olursa olsun, “laiklik” diye bir şeyi; İslam’a mugayir olan herhangi bir hayat tarzını benimser biçimde duruş sergilemesini başka bir kelimeyle ifade edemiyorum. Zira cumhuriyet tarihi boyunca “laiklik ilkesi”nin getirdiklerini öylesine yaşadık ki, bugün “bizden birileri”nin laikliği hoş göstermeye çalışan yaklaşımlarına karnı tok bu milletin.

Hadi şimdi, ülkemizde uygulanan laikliğin karşı çıkılan Fransız tipinden ve taraftar olunan diğer tiplerinden hangi unsurları taşıdığına bakalım. Bunların, ilgili ülkelerde birebir benzerleri olduğunu araştırmacılar görecektir.

Fransız Laikliği’nin ülkemize yansımaları:

Yeni düzene tehdit olabileceği düşünülen her unsur tasfiye edildi. Halkı en kolay örgütleyebilecek nitelikteki organize toplumsal güçlerin başında yer alan tarikatlar yasaklandı. Buna karşın, yeni düzene destek verecek nitelikteki Bektaşilik, Mevlevilik ve Alevilik serbest bırakıldı. Dine; vicdan işi olmaktan öte geçmeyecek, dünyevi hiçbir işe karışmayacak, ruhlardaki manevi boşluğu doldurup tatmin sağlamakla sınırlı işlev taşıyacak şekilde bir rol biçildi. Dünyevi işlere bakanlar dinden etkilenmeyecek, dine bağlı olmayacak, dine karşı sorumlu tutulmayacak, işlerini dinden alınan emirlere göre yürütmeyeceklerdi. Hilafet kaldırılarak ümmet birliği parçalandı ve dini otorite reddedildi. Medreseler kapatıldı, Tevhid-i Tedrisat Kanunu gibi düzenlemelerle dini eğitim yasaklanarak, laik ve din dışı eğitim zorunlu hale geldi. Tekke ve zaviyeleri kaldıran kanun çıkarıldı. Hukuk alanında yapılan devrimlerle devlet laikleşti, din devletten kapı dışarı edildi. Dinle devlet ayrıldı, İslam’ın devlet sisteminden ayrılmaz olduğu görüldüğünde ise dinin devletle ilgili neyi varsa hepsi iptal ve imha yoluna gidildi. Şer’iyye Vekaleti’nin, Şer’i Mahkemelerin, Mecelle’nin kaldırılması; her hususta Avrupa’dan aynen kopya usulüyle yeni yasaların getirilmesi bu kabildendi. Devlet hiçbir dini tanımadı. Din ile ilgili her türlü amme teşkilatı kaldırıldı, ardından kontrol etmek için Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde din, devlete bağlandı. Devlet bütçesindeki yardım fonundan dine yardım yapılmadı, hatta Müslümanların parası, devletin en önemli gelir kalemleri arasında yer aldı. Basit bir ibadet gösterisine indirgenen dini hayat, birkaç ibadetle sınırlı tutuldu. Din görevlisinin tek bir yetkisi vardı; o da ibadet yerlerini kullanma, koruma, bakım ve düzenini sağlamaktı; dinin gerçek işlevini icra etmesi için çalışma ve dini eğitim verme gibi bir şey yaptığında cezalandırıldı. Vakıf, cami, külliye, türbe, tekke, hatta mezarlık ve hayrat sular vs. bütün dini kurumlara ait tüm mal varlığına el konup laik sistemin hizmetine sunuldu; kimi satıldı, kimi amacı dışında kullanıldı.

Alman Sekülarizmi’nin ülkemize yansımaları:

Dini vakıfların, cemiyetlerin, tekke ve zaviyelerin, türbelerin bütün mal varlıkları, hatta camiler bile devletleştirilerek satıldı. “Din hususunda tek kaynak Kur’an’dır” denildi, Kur’an’ın tatbikat ve yorum şekli olan Sünnet reddedildi; ancak Kur’an’ın aslına da uyulmayarak, “herkesin anlaması” için meal hazırlatıldı ve meali okuyan herkesin, Kur’an’dan hüküm çıkarıyormuş gibi ahkâm kesmesinin önü açıldı. Laik-Kemalist imamlar yetiştirildi. Mevcut yasalara göre, dinsiz de, dindar da aynı hak ve yükümlülüklere sahip, aynı normlara tâbî oldu. İnancına bakılmaksızın herkes eşit sayıldı, “kalbi temiz laikler”in kimi dindarlardan daha iyi oldukları düşünüldü. Din işleriyle ilgili kurum, kuruluş ve camiler, mevcut laik sistemin kanunlarına tâbî tutuldu; din işleri de bu kanunlara göre yürütüldü. Yani kanunlar ne kadar müsaade ederse, o kadar dindar olunabilecekti. İnanç da, ibadet de, sair hayat tarzı da laik kanunların çizdiği hayat tarzına tâbî tutuldu. Yeryüzündeki tek otorite olarak dünyevi iktidar esas alındı. Önce hayat “din işleri” ve “devlet işleri” diye ayrıldı, siyasi-idari, sosyal-kültürel, hukuki-adli, iktisadi-ekonomik, ahlâkî, tedrisi vb. hususlar “devlet işleri”nden sayıldı; arta kalan kimi hususlar ile dışarıya aksetmediği müddetçe kafanın içi ve vicdanda kalmak şartıyla inanç, “din işleri” olarak tahsis edildi. Böyle bir durumda bile dünyevi otorite tek otorite olarak kabul edildi, “din işleri”nin de dünyevi otoriteye tâbî olması zorunluluğu getirildi.

İngiliz Sekülarizmi’nin ülkemize yansımaları:

Ümmet birliğini temsil eden Hilafet kaldırıldı, T.C.’nde yaşayan Müslümanların ümmetin diğer toplumlarıyla irtibatı, bağlantısı, işbirliği koparıldı; T.C.’ne özgü bir din ve dindar tipi oluşturularak İslam dünyasından kopuş sağlandı. “Din işleri”yle görevlendirilmiş olan Diyanet İşleri Başkanlığı “genel idare” içinde yer aldı ve başkanını da laik devlet atamaya başladı. Ayrıca, bir de Diyanet İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı ihdas edildi. Böylece İngiliz Sekülarizmi’ndeki devletin dini kontrol etmesi, “devlete bağlı din” anlayışı, T.C.’nde de tam anlamıyla uygulandı. Tüm devlet görevlilerinin, her devlet memurunun, milletvekili veya Cumhurbaşkanının, hatta dini görevlilerin laiklik ilkesine bağlı kalacağına dair yemin etmesi şartı getirildi.

İşte böyle. Şimdi söyler misiniz, hadi “Fransız tipi”ni kaldıralım; peki, diğer tiplerini kabul mü edelim? Ama nasıl? Biz hâlâ Müslüman olarak kaldığımız müddetçe mi?

Bir de, yeni yorumuyla laikliği toplumun kaynaşmasının teminatı görenler, ülkemizde laik devrimle İslam’a ait ne varsa yıkıldığını biliyor olsalar gerek. Peki, yeni yorumuyla pazarladığınız laiklik mi niteliklerini inkâr edip getirdiği düzenlemelerden vazgeçecek, İslam mı içi boşaltılıp değerlerinden uzaklaşacak?

Laikliği yeniden tanımlama adı altında, İslam’ın içini boşaltmaya son verin artık!

YENİ AKİT