“Kürt/Kürdistanfobi” Türkiye’ye Neler Kaybettirdi, Neler Kazandıracak?

HAŞİM AY

ROJAVA’YA SIKIŞAN SURİYE SİYASETİNİN BEDELİ - 3

Osmanlı sonrası Ortadoğu’da Türkiye, İran, Irak ve Suriye adı altında oluşturulan siyasi-coğrafik sınırlar ve bu sınırlar üzerine oturtulan ulus-devlet yapılanmaları için temel kriz merkezlerinden başlıcasının Kürt sorunu olduğu vakıa. Yeni coğrafik sınırları belirleyen emperyalistler, işlerine gelmesi durumunda aynı etnik kökene mensup farklı kabilelerin her birine bile icabında ayrı devlet kurdurturken bu “hakkı” sanki bilinçli olarak Kürtlere fazla görmüşlerdi. Ulus-devlet yapılanmasını müteakip ortaya çıkan Kürt sorunu, bir kriz merkezi olarak söz konusu dört ülke için de kabusa dönüşmüş ve emperyalist güçler bu krizi kullanarak malum ülke yönetimlerini kontrol altında tutmaya çalıştı/çalışıyor.

Kürtlerin değişen bu durum karşısında yeni statüko içerisinde var olma mücadelesi tüm taraflar için çok sancılı bir süreci ifade ediyor. Bu çerçevede yaşanan/yaşatılan acıların ve bunun oluşturduğu travmaların haddi hesabı yok. Meselenin bu kapsamlı boyutu bu yazının sınırlarını fazlasıyla aşacağı için şimdilik konumuzla alakalı kısmı için çok kısa bir girizgah yapmakla iktifa edelim:

Gelinen noktada her dört ülkede de Kürtlerin yoğun mücadeleleri sonucunda Kürt sorununun “varlık-yokluk” düzlemini aşarak “aşma” noktasına gelmesi hayırlı bir gelişme ancak “Kürt isimli bir halk vardır” demek de sorunu aşmak için yeterli olmuyor. Kürt sorununu aşmaya yönelik gelecek tasavvuru sadedinde Kürtler arasında öne çıkan çözüm algıları genel olarak üç kategoride toplanabilir: 1-Mevcut ulus-devletlerin kısa ve orta vadede etnik isimlendirme ve çağrışımlardan arındırılarak çoğulcu bir form içerisinde yeniden tanımlanıp yapılandırılması ve Kürtlerin kurucu unsur kabul edilip doğuşsal/fıtri tüm haklarının anayasal güvence altına alınması; uzun vadede ise ümmet bilinci, kardeşlik ve adalet ilkeleri temelinde yeni bir siyasal yapılanma; 2-Seküler/laik temelde oluşmuş mevcut ulus-devletlerin tekçi/ulusçu/dayatmacı ve Kürtlerin haklarını inkar edici yönünün izole edilerek Kürtlere geniş özerklik getirecek yeni bir federatif yapının oluşturulması; 3-Kürtlerin de kendilerine has bağımsız devlet kurması…

Bu gelecek tasarımlarının her birinin yerine göre belirli oranlarda karşılığı bulunmakta. Talepleri örgütleme ve ibraz etme oranı farklı dönemlerde değişkenlik arz etmekle birlikte Kürt halkının varlığını bugünkü gerçeklikte ancak siyasi bir statü ile sürdürebileceği mutabık olunan temel hususlardan birisi. Türkiye’de Kürtlerin kahir ekseriyeti Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında da müteakip süreçlerde de birinci kategoride ifadesini bulan bir çaba ve yönelim içerisinde olmuşlardır. İran ve Irak ulus-devletinde sıkışıp kalan Kürtlerin kahir ekseriyeti üçüncü kategoriye tekabül eden yönelim ve tutum sergilerken Kürt Ulusal Hareketi’nin Suriye unsurunu oluşturan siyasal parti ve örgütlerin ise neredeyse tamamı kültürel ve siyasal özerkliği savunmaktadır. Şunu da eklemekte yarar var ki; AK Parti’nin dillendirdiği “Yeni Türkiye” ufku bu bağlamda Türkiye Kürtlerinin kahir ekseriyeti arasında ciddi bir umut olarak görülmüş ve Kürt Açılımı ile Çözüm Süreci gibi politikalar bu umudu beslemiştir. Ne var ki 15 Temmuz’dan sonra iktidarın girdiği koma ve müteakiben devletin klasik fabrika ayarlarına dönüşü yansıtan söylem ve icraatlar moral bozucu olmuştur. PKK’nın Çözüm Süreci masasını devirmesi ve akabinde kamu güvenliğine karşı giriştiği yıkıcı eylemlilik karşısında iktidarın izlediği güvenlikçi politikalar belki de tarihte ilk kez Kürt halkının kahir ekseriyetinde olumlu karşılık bulmuştur ama Irak Kürdistanı’ndaki bağımsızlık referandumu sürecinde PKK-dışı bir aktör olan Barzani’ye karşı sergilenen politik dil ve tutum yaralayıcı bulunmuş ve Rojava konusunda “terör koridoru” ile “Kürt koridoru” vurgularının özdeşleşmesi bu olumsuzluğu derinleştirmiştir.

Bu yazı dizisinin önceki iki bölümünde de vurgulanan “Kürt/Kürdistanfobi” meselesini açacak olursak;

Öncelikle Türkiye’nin son harekatının (şayet kendisinin kamu güvenliği, Suriye halkının onurlu mücadelesi ve Suriye Kürtlerinin aleyhine olan ve tüm bunlara silah doğrultan bir terör şebekesi olarak YPG/PYD/SDG/PKK ile sınırlı ise) tıpkı daha önceki harekatlar gibi hukuki ve ahlaki meşruiyet açısından hiçbir sorun taşımadığı, aksine son derece meşru ve ahlaki olduğu söylenebilir/idi. Ancak ilkesel planda haklı olmakla yöntemsel açıdan tutarlı olmanın aynı şeyler olmadığı da bir gerçek. Bu bağlamda uzun bir zamandır belli aralıklarda gündeme gelmekle birlikte son süreçte harekatın temel argümanına dönüşen “terör koridoru” kavramının açık yüreklilikle Müslümanlar tarafından tartışılması gerektiği kanaatindeyim. Nitekim bu “terör koridoru” terkibi bir aralar kimilerinin lisanında “Kürt koridoru” olarak da ifade buluyordu ancak tepkiler üzerine bunun bir dil sürçmesi olduğu söyleniyordu ve aynen bugün olduğu gibi “Kürtlerle meselemiz yok” söylemine sığınılıyordu.

Bu kavram ve arkasındaki psikolojinin sahibini getirdiği noktanın kavranması açısından bizzat Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı sıfatıyla Recep Tayyip Erdoğan’ın şu beyanı zikre şayandır diye düşünüyorum: “Münbiç, Kobani ve Kamışlı'da eğer Suriye rejimi o bölgeleri PYD'den temizleyecekse altını çiziyorum, rejimin orayı kontrol etmesinden hiç bir rahatsızlık duymuyoruz." Nitekim bu vurgu benzer varyantlarıyla hükümetin başka yetkililerince de tekrarlanmıştı. Bir de bu söylem 3. Afrika Ülkeleri Dini Liderler Zirvesinde dillendirilen söylem ile karşılaştırıldığında ortaya çıkan tezat düşündürücüydü: “Yapay Sınırlar Ufkumuzu Belirleyemez! Ümmet Bilincini, Kardeşlik Hukukunu Daima Gözeteceğiz!” Katil Esed tabi ki İslam hukuku ve ümmet bilinci açısından kardeş telakki edilmiyordu ve haliyle YPG/PYD de kardeş telakki edilemezdi. Öyle telakki edenlere bile verilecek cevap, hatırlatılacak Kur’ani ilkeler olacaktı. Ne var ki bir yandan Esed despotu ve kan emici rejimiyle sorunlu olmamak, ulusal devlet sınırlarına dayanan statükoyu korumak ve bu bağlamda Kürtlerin önemli bir kısmının özerklik veya bağımsızlık şeklindeki tarihî devlet talebini tehdit konseptine oturtmak ile “Yapay Sınırlar Ufkumuzu Belirleyemez! Ümmet Bilincini, Kardeşlik Hukukunu Daima Gözeteceğiz!” söylemi arasında ciddi bir tezat vardı. Bu tezat durumunun ise müslüman Kürt evlatlarının önemli bir kısmında duygusal kopuş oluştura geldiği ve şimdi de en azından bir kısmı için ciddi anlamda yaralayıcı olarak algılanacağı, insanları milliyetçilik iklimine sürükleyeceği açık değil mi?

Açıkça söyleyelim: "YPG/PKK gitsin de kim gelirse gelsin" veya “Kürt devleti kurulmasın da ne olursa olsun!” mantığı ne adil, ne de uzun vadede Türkiye ve bölgenin maslahatına uygun. Koca Suriye politikasının gele gele YPG/PKK=Rojava'ya sıkışması (daha doğrusu daha önce IKBY’deki girişim de düşünüldüğünde ‘Kürt devleti’ alerjisine sıkışması) ciddi bir zaaf. Bir de meselenin YPG/PKK'dan bağımsız olarak klasik Kürt/Kürdistanfobi boyutu var ki Kürt Ulusal Hareketi’nin siyasal hak ve taleplerini öncelikli tehdit konseptine almak bu ülkeye çok kaybettirdi, ettirmeye de devam edecek. (YPG-PKK'dan bağımsız olarak söylüyorum) “Kürtle, Kürtlerle meselemiz yok” söylemi “Kürdün siyasi iradesi ile de meselemiz yok” boyutuna evrilmedikçe kan kaybı devam edecek. Üniter devlet, ulusal sınırların birlik bütünlüğü perspektifi Türkiye, İran, Irak ve Suriye'deki suni sınırları, statükoyu muhafaza etmeyi önceliyor. Hâlbuki İran bile özerklik ile bağımsızlık arasında gidip gelen "Kürt siyasi iradesi"ne ve bu iradenin tezahürü örgütlerin tümüne birden kategorik olarak cephe açmıyor ve bu durum kendisine geniş bir manivela alanı sağlıyor. "Kürtle meselesi olmadığı"nı söyleyen ama "Kürdün siyasi iradesine saygısı olmadığı için" çelişkiye düşegelen Türkiye ise Kürt/Kürdistanfobi diye tanımlanabilecek bu durumdan ötürü kendi manivela alanını daraltıyor, Barzani gibi PKK-dışı aktörleri bile tutmayı beceremiyor. Tüm bu nedenlerle Irak'ta olduğu gibi Suriye'de de kazanımlarını bir çırpıda farkında olup olmadan başka güçlere kaptırıyor maalesef.

Nihai olarak Kürt sorununun sonucunda oluşan siyasal aktörleri, daha doğrusu Kürt siyasi iradesini ezmeyi temel politika edinirseniz, öncelikli tehdit konseptine Kürdistan’ı koyarsanız haliyle düşmanlarınıza ve rakiplerinize muazzam bir nüfuz alanı sağlamış olursunuz. Hâlbuki ezme öncelikli güvenlikçi politikalar yerine nüfuz edici, kucaklayıcı formüller aramak size müthiş bir özgüven, iç rahatlama ve manivela alanı sağlayacaktır! En azından açıkça halka kasteden, kamu güvenliğini tehdit eden ve terör ile özdeşleşen yapıları haklı olarak bertaraf etmeye kalkışırken ilkesel olarak Kürt kadar Kürdistan özlemi ile de (çünkü Türk, İran, Irak, Suriye ulus-devletlerinin varlığı kaçınılmaz olarak bunu kışkırtmakta ve mantıksal olarak bu talebi beraberinde getirmekte) meselenizin olmadığını vurgulamanız, yaralayıcı dil ve söylemlerden kaçınmanız herkesin yararına olacaktır.

Yaşanan tecrübelerden hareketle şu rahatlıkla söylenebilir ki; (sürmesi durumunda) Kürt / Kürdistanfobi Türkiye’ye dün kaybettirdi, bugün ve yarınlarda da kaybettirmeye devam edecek. Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de Türkiye’nin kayıplarını İran’ın ise kazanımlarını arttıracak. Terörle askeri planda mücadele kadar Kürt sorununun doğurduğu yıkıcı sonuçlarla güvenlikçi politikaların ötesinde mücadele etmek, en temelde ise tahripkar ulus devlet gerçeğiyle yüzleşmek gerek. Kürt ile meselesi olmamak vurgusunda inandırıcı olmak ve çelişkiyi izole etmek için Kürdün siyasi iradesine de saygı duymak lazım. Eşit hak ve ödevler temelinde birlikte yaşam, özerklik veya bağımsızlık şeklinde tezahür eden Kürt siyasi iradesinin uzantısı örgütler arasında teröre bulaşanla bulaşmayanın arasını tefrik etmek ve kategorik olarak potansiyel düşmanlık yerine müttefik unsurlar edinmek gerek. İran böyle yaptığı için nüfuzunu arttırıyor, Türkiye ise üniter yapı vurgusundan ötürü kaybediyor. Kürtler ille de özerk ya da bağımsız olmak istiyorlarsa Türkiye bu süreçlerde ağabeylik yapmanın yollarını ararsa iki taraf da belki orta ve uzun vadede daha kazançlı çıkar. Nihai kertede ya eşit hak ve sorumluluklar temelinde çoğulcu bir sistem inşa edilerek birlikte var olunacak, ya (bu yapılamıyorsa) geçici-arızi bir durum olarak geniş özerklik veya bağımsız Kürt devleti kurularak ve kazanılarak kazan-kazan politikası uygulanmaya çalışılacak (mesela IKBY için Türkiye Avrupa’ya açılan kapı olarak görünüyor ve mecbur olunan bu stratejik durum istese de isteme de IKBY siyasetini Türkiye’ye mecbur ediyor) ya da mevcut (köhnemiş ve kurucusu küresel sistemin bile artık sürdürülemez bulduğu) statüko içerisinde karşılıklı mahvolunmaya devam edilecek.

(Bitti)

*

ÖNCEKİ BÖLÜMLER:

- Türkiye'nin Rojava’ya Sıkışmış Suriye Politikası Kime Ne Kazandıracak?

- Barış Pınarı Harekâtı'na İlişkin Sorular ve Açılımlar