Küresel Kapatılma ya da Biyopolitik Aşamaya Geçiş?

SÜLEYMAN NAZLICAN

Bir virüsün ortaya çıkardığı korku ve panik hali insanlık için tarihin yeniden yazılması anlamına gelir mi, ya da gelmeli mi?

Eğer tarih yeniden yazılacaksa bunu hangi düzlemde ve hangi bakış açısıyla yazmak gerekecek ya da bu tarihi yazanlar kimler olacak?

Şu aşamada tarihin akışını tersine çevirecek büyük bir beklenti içerisinde olmanın doğru olmadığı kanaatindeyim. Öte yandan işin odak noktasında bulunan güç sahiplerinin bu yeni durum için hangi sosyo-politik adımları atacağını da ilerleyen zamanlarda göreceğiz. Bu yeni duruma paralel olarak şimdiden yeryüzü mazlumları lehine çok fazla bir şeyin değişeceğini söylemek de fazla iyimser olmak demektir. Bu ihtimallerle beraber artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı da kesindir.

 Dünyadaki bütün ülkeler Covid-19 salgınına hazırlıksız yakalanmış durumda. Fakat insanlığın daha önceki tecrübelerine bakınca içinde bulunulan mevcut krizin şu aşamada daha önceki salgın hastalıklara kıyasla kötü olabilme ihtimali düşük gözüküyor. Bu da işe biraz daha iyimser bakmamıza neden oluyor.

Kuşkusuz işin spekülatif kısımlarına girip meseleyi biyolojik saldırı gibi komplo teorileri üzerinden tartışmak bizi sağlıklı sonuçlara götürmeyecektir. Fakat konuyu sosyo-politik bağlamda ele almak önemlidir. Çünkü ortaya çıkan tablo şimdiden küresel değişimin sinyallerini veriyor. Dolayısıyla da her yeni dönüşüm kendisiyle beraber yeni bir sistem doğuracaktır. Ya da tersinden zaten bu dönüşüm belli bir sistem etrafında gerçekleşecektir.  

Mevcut kapitalist sistem üzerinden tahkim edilen hükümranlığın yerini nasıl bir sisteme bırakacağı hepimizin merakını celp ediyor. Fakat bu merak insanlık için ‘Covid-19’ ordularıyla yapılacak bir devrimin içi doldurulmamış ütopik beklentisine bizi sevk etmemelidir.  Aksine gerçeklik duvarı dediğimiz şey biraz ötede durmaktadır. Eğer onu görmemezlikten gelirsek ona toslamak her halükarda mukadderdir. Onun için bu kadar da aceleci olmamak gerektiğine inanıyorum.

İnsanlığın önceki krizler üzerinden küresel dönüşümler geçirdiğini bilen bizler bu krizin de kendisiyle beraber bir dizi yeni uygulamaları hayatımıza sokacağını biliyoruz. Şimdilik daha fazla virüsün günlük etkilerini konuşmak ve tedbir almak gibisinden bir çaba içerisindeyiz ve herkesin malumu evlerimizden çok fazla çıkmamaya gayret ediyoruz. Bu elbette önemli bir çabadır ve buna azami derecede dikkat etmek gerekir.

Fakat işin sonraki aşamalarına ilişkin yapacağımız analizler farklılaşabilir. Bu kriz sonrasında her şey eskisi gibi mi devam edecek, insanlık bu musibet üzerinde gereği gibi düşünecek mi, ya da daha fazla özgür olacak mıyız, daha fazla imkânlarımız olacak mı ya da daha adaletli bir dünya olacak mı? Gibisinden sorular sormak doğaldır ve hakkımızdır. Hatta şimdiden diyebiliriz ki bu sorulara vereceğimiz cevapların ipuçları belirmeye başladı bile. Nitekim şu aşamada insanlık takip, denetim ve karantinanın odak noktasında. Tıbbi tedbirler kapsamında düşünüldüğü vakit bu çok doğal gözükebilir. Ancak bir yöntem ve uygulama biçimi olarak düşünüldüğünde bu yöntemlerin pekâlâ bir sisteme dönüşme ihtimali de yüksek gözüküyor. Şimdiden ekranlarda izlediğimiz ve korunma tedbirleri şeklinde şehirlerin bütün caddelerinde asılan kurallar ve öneriler toplumsal davranış biçimlerimizi değiştirmeye başladı. Sosyal davranışın değişimini, eğitimin değişimini, yönetimin değişimini ve ekonominin değişimini şu kısa zaman içerisinde görünce ister istemez insanın aklına farklı şeyler geliyor.

Bu bağlamda M. Foucault’nun yıllar önce kavramsallaştırdığı ve siyaset felsefesi üzerinden çokça tartışılan “biyoiktidar” kavramına tekrardan bakmak gerekir diye düşünüyorum. Konunun tam da bu bağlama oturacağı kanaatindeyim. Çünkü neredeyse her şeyin insan bedeni üzerine kurulduğu( üretimin, tüketimin, güvenliğin vs… hem öznesi hem de nesnesi insandır ) dünya sistemlerinin böyle bir çıkmazdan kurtulması için acil çözümler aranıyor. Tam da bu noktada bilginin iktidarı devreye giriyor. İlaç sektörü ve modern tıp bir kurtarıcı rolüne bürünüyor. Bütün hesaplar da bunların önerdiği reçeteler etrafında yapılarak tedavüle sokuluyor. İşte yine burada Foucault’nun altını çizdiği tıbbi iktidar, tıbbi düşünce, tıbbi polis gibi tekil bir bakış ve kategorik bir hiyerarşiyle ortaya atılan çözümlerle karşı karşıyayız. Bu şu aşamada çok yadırganmayacak bir halmiş gibi gelebilir. Fakat bizi kaygıya sevk eden şey tıpkı insanlık tarihinde daha önceki sistemlerin çökmesiyle beraber ortaya çıkan siyasal sistemler (insanlığa giydirilen deli gömleği; ulus devlet) gibi nevzuhur politik bir projenin insanlığın başına bela olması korkusudur.

Hangi siyasal sistem olursa olsun eğer o sistemde adalet yoksa o sistemin adının (ister şeriat adıyla anılsın, ister bilimsel, ister seküler olarak anılsın) pek bir anlamı da yoktur. Bilinmelidir ki her siyasal sistemin bir karakteri vardır. Bu karakter geçmiş dönemlerde inanç bağları üzerinden mücessem hale gelirdi. Dolayısıyla inanç siyasal tabiiyeti tanımlardı. O siyasal tabiiyeti kabul eden kişi de mümin olarak adlandırılırdı. Yani bir dine inanan, onun kanunlarına uyan ve mensup olan kişi. Bu tanımlamada etnik aidiyet ya da coğrafik konumlanış ikincil plandaydı. Modern dönemde ise vatandaş olarak tabir edilen insan tipi üzerinden yeni bir tabiiyet icat edildi ve hâlihazırda bizler bu tabiiyete mahkûm edilmiş bir durumdayız.

Vatandaşlık, teritoryal(sınırları belirlenmiş toprak parçası) bir tanımın içine hapsedilmiş olduğu için daha fazla sınırlanmışlığı ve kuşatılmışlığı ifade eder. Her ne kadar küreselleşmeyle beraber bu sınırlar bir nebze de olsa aşılmaya başlandıysa da. Fakat yerleşik statü bağlamında varlığını korumaya devam ediyor. Ve mütemadiyen ortaya çıkan krizlerde kendi konumunu daha da tahkim ediyor. Özellikle savaş, göç ve salgın hastalık riski güvenlik kaygılarını beslediği için içe kapanma(sınırların insan geçişine kapatılması ve sıkı kontrol tedbirlerinin uygulanması)  durumu ortaya çıkmaktadır

Şu anda da korona virüs nedeniyle neredeyse bütün insanlık fiili bir kapanma durumuyla karşı karşıya kalmış vaziyette. Bu kapanmanın psiko-sosyal yansımalarına yakın zamanda hepimiz şahit olacağız. Burada geleceğe dönük bir kehanette bulunmak gibi bir amacımız yok elbette. Ancak dediğimiz gibi buna paralel olarak yavaş yavaş alt yapısı hazırlanan yeni bir sistemin tedavüle sokulma ihtimalini de göz önünde bulundurmak zorundayız. Bu yeni sistem biyopolitik bir karaktere sahip olacağı için insanlığın bizatihi kendisinin yeni bir boyunduruğa, disipline, gözetime, takibe ve kuşatılmışlığa maruz kalması söz konusu olabilir. Zaten teknolojik aygıtlarla kıpırdayamaz hale getirilmiş insanoğlunun bir de biyolojik testlerle takibe alınması ve hayattan izole edilmesi hayatın dengesini tamamen bozacaktır.