Kore Savaşı: Kahramanlık mı, yoksa hezimet mi?

Ayşe Hür

Şair Enver Gökçe “Kore dağlarında tabakam kaldı/Mapus damlarında özgürlüğüm…” der Kore Dağları adlı duygulu şiirinde. 1950’de SSCB ile ABD arasında ikiye bölünmüş olan Kore’nin kuzey parçasına çullanan ABD’nin komünizmi dünya yüzünden silmek için başlattığı meşum savaş kendisini hiç ilgilendirmediği halde, Türkiye’nin savaşa asker gönderme fedakârlığında bulunması Batılı ülkelerin gözlerini yaşartmıştı. ABD Dışişleri Bakanı Foster Dulles Türk askerini, "çok masrafsız, günlük masrafı 23 Cent'i aşmıyor" diye övmüştü. Mr. Dulles’ın bu sözlerine tek itirazı, o sırada boynunda ‘vatan haini’ yaftası asılı olarak yurt dışında yaşayan Nazım Hikmet, ‘23 Sentlik Asker’ şiiriyle yapmıştı….

ADSIZ KAHRAMANLAR . 17 Ekim 1950 günü Tuğgeneral Tahsin Yazıcı komutasında resmi rakamlara göre 5.090 kişilik bir tugayla dahil olduğumuz Kore Savaşı’nda üç yıl boyunca 24.882 askerimiz görev yaptı. Savaştan bize miras kalan, yine resmi rakamlara göre 721 şehit, 2.147 yaralı, 346 hasta, 234 esir, 175 ‘kayıp’, bedensel ve ruhsal açıdan sakatlanmış yığınla insan, akli dengesi bozuk insanlara takılan ‘Koreli’ lakabı ile Türkiye’nin NATO üyeliği oldu. Savaş sırasında Türk askerleri 13 muharebeye dahil oldular, bunlardan dördü ‘tarihe geçti’. 27-29 Kasım 1950’de yaşanan Kunuri Savaşları, askeri tarihimize ‘destan’ olarak kazındı. Savaşın kahramanlıklarından söz edildi ama, Türk ordusunun 1922’den sonra ‘dış düşmana’ karşı girdiği bu ilk sıcak savaşın kapsamlı, gerçekçi, anlaşılır ve ‘sivil’ bir analizi henüz yapılmadı.

ARKA YÜZ . Olayları, Kore efsanesine halel getirmemeye yeminli asker tanıkların ağzından dinlediğimiz için, sadece ‘aldırmaz’ veya ‘hain’ ABD’liler, ‘kurnaz’ Çinliler, dondurucu rüzgarlar ve derin vadiler yüzünden mi, yoksa kendi hatalarımız yüzünden de mi bu kadar çok kayıp verdiğimizi bilmiyoruz. Bu yüzden, gerçek kahramanlarla sahtelerini ayıramıyoruz. Bu yüzden şehitlerimize, gazilerimize yürekten ağlayamıyoruz. Halbuki, yeni bir savaşın eşiğinde olduğumuz bu günlerde, her zamankinden daha çok ihtiyacımız var Kore Savaşı’nın gerçek öyküsüne. Çünkü ancak bu öykü bize, savaşın ne mene bir şey olduğunu anlatabilir. Ancak bu öykü sayesinde, bizi Irak topraklarında nelerin beklediğini anlayabiliriz…

BÜYÜK HEVES . 25 Haziran 1950’de, Birleşmiş Millet Konseyi, ABD’nin talebi üzerine Kore’ye müdahale kararı aldığında, Güney Kore’ye asker göndermeyi ilk teklif eden ülke Türkiye olmuştu. Celal Bayar ve Adnan Menderes bu kararı sadece savunma bakanına, genelkurmay başkanına ve kuvvet komutanlarına tanışarak almışlardı. Daha sonra da pek çok anlaşma Meclise danışılmaksızın ve Meclisin onayı alınmaksızın alındı. Demokrat Parti hükümetinin BM Genel Sekreterine yazdığı niyet mektubu meclis tarafından oybirliği ile onaylandıktan sonra Kore’ye gönüllü bir milis gücü toplamak üzere bir dernek kuruldu. İddialara göre derneğe ilk günde 3 bin kişi başvurmuştu. Bu gerçekten şaşırtıcıydı, çünkü ABD’de bile bu kadar gönüllü yoktu. 25 Temmuz akşamı Türkiye’nin Kore’ye 4.500 kişilik bir birlik göndereceği kararı büyük bir gururla kamuoyuna açıklandığında, muhalefetteki CHP ve MP (Millet Partisi), kararı sadece ‘Meclisin onayı ile alınmadığı’ için eleştirdiler yoksa izlenen genel politikaya karşı değillerdi. DP ise kendini, ‘ilan edilen savaş değil ki, sadece BM kurallarını ihlal eden bir güce ceza verilecek’ diye savundu. O halde sorun yoktu. Nitekim CHP’ye yakınlığı ile tanınan Cumhuriyet gazetesi ‘Milli Birliği Bozmamaya Dikkat’ başlıklı yazı ile desteğini sunarken, dönemin en büyük öğrenci örgütü Türkiye Milli Talebe Federasyonu Başkanı Can Kıraç, karardan dolayı hükümete şükranlarını sunmuş ve Türk gençliğinin kendisine verilecek her türlü vazifeyi başarmaya hazır olduğunu eklemişti. Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki ‘Komünistliğe karşı’ Kore harekatına katılmanın “cihad” olduğundan bahisle bu savaşta hayatını kaybedenlerin “şehit” olacakları fetvasını vermişti. Savaşa sadece Behice Boran ve Adnan Cemgil’in yöneticiliğini yaptığı Türk Barışsever Cemiyeti karşı çıktı. Ama Cemiyetin yayınladığı bildiri toplatıldığı gibi cemiyet üyeleri “Milli çıkarlara zararlı ve milli direnişi sarsıcı” yayın yapmak suçuyla tutuklandılar ve 15 ila 10 arasında değişen cezalara çarptırıldılar. Savaş karşıtı bir avuç idealistin sesi kısıldıktan sonra sıra kararı uygulamaya gelmişti…

1. Türk Tugayı adı verilen kuvvetlerin başına tümgeneral Tahsin Yazıcı atandı. Çanakkale Savaş’nda görev almış yaşlı bir asker olan Tahsin Yazıcı’nın küçük bir kusuru vardı: İngilizce bilmiyordu. Bu eksiğin ileride nelere mal olacağını ne yazık ki kimse görememişti. Tugay’ın ‘gönüllülük esasına göre’ oluşturulduğunun doğru olmadığı da sonradan anlaşıldı. Askerlerin çoğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun yoksul köylü çocuklarıydı. Az sayıdaki gönüllünün büyük bir kısmını ise ‘ailelerine çok iyi bir maaş bağlanacağı’ vaadine kananlar ile beyinleri ‘komünizmin pençesindeki Kore’ye İslamiyet’in ve Türklüğün büyük gücünü gösterme’ propagandası ile yıkanmış olanlar oluşturuyordu.

OKYANUSTA 22 GÜN . Resmi rakamlara göre, 259 subay, 395 astsubay 18 askeri memur, 4 sivil memur ve 4.414 erden oluşan toplam 5090 kişilik 1. Türk Tugayı, Ankara Sarıkışla, Polatlı ve Etimesgut’taki kısa eğitim döneminden sonra trenlerle önce İskenderun’a, ardından Mac Ree, Haan ve Private Johnson adlı gemilerle Süveyş Kanalı, Kızıldeniz, Seylan Adası, Singapur, Filipinler ve Formoza Adası yoluyla Kore’ye gönderildiler. 17, 19 ve 20 Ekim 1950’de Pusan limanına ayak basan yorgun ama inançlı askerlerimiz, bir süredir bırakmalarına izin verilen sakalları, bellerindeki dev kasaturaları ve modern orduların çoktandır unuttuğu süngüleri ile Korelilerin pek hoşuna gitmişti ama Amerikan askerlerinin tepkisi aralarında fısıldayıp gülüşmek oldu.
Tugay, Pusan’dan derhal Taeguda açılan BM Karşılama Merkezi’ne götürüldü. Daha ilk günden beslenme, tuvalet ve banyo gibi günlük işlerde uyumsuzluk çıktı. Ama, askerlerimizin düşük eğitim seviyeleri, bu kadar büyük çaplı bir mekanize savaşa hazır olmamaları, dil bilen elemanların azlığından doğan yanlış anlamalar tatbikatlarda ciddi sorunlar yaratmaya başlayınca, 9. ABD Kolordusunun komutanı General ‘Johny’ Walker, üstlerini durumun vahameti konusunda uyarmıştı. Ama BM ordusunun kibirli komutanı Mac Arthur’un acelesi vardı. Askerlerine Noel’den önce ülkelerine dönme sözünü vermişti. Nitekim, 10 Kasım’da 8. Ordu ve Türk Tugayı Çin’le Kore arasındaki sınırı oluşturan Yalu Nehri’ne doğru hareket ettiler. Türkiye’den cemse gibi zırhlı araçlar getirmeyi akıl edemeyen Türk Tugayı, yaya olarak Amerikan ordusunun hızını düşürdüğü için ancak ihtiyat kuvveti olarak görevlendirilmişti.
KUNURİ BATAKLIKLARI . Daha sonraları, savaşta yaşanan felaketleri açıklarken, son 40 yılın en soğuk kışı olduğu söylenmişti. Bu doğruydu ama, askerlerimizin giysileri, teçhizatları ve eğitimleri de ‘soğuk cehennem’ adı verilen o korkunç koşullara uygun değildi. Nitekim, ilk donma vakaları geceleri benzin tenekesinde yaktıkları ateşle ısınmaya çalışan askerler arasında yaşandı. Bunları yarı bellerine kadar buzlu sulardan yaya geçmek zorunda kalanların şahadeti izledi.

Ardından ‘düşman’ la buluşuldu. Peki ‘düşman’ kimdi? İçinde yaşadıkları coğrafyayı karış karış bilen, gündüzleri köylülerin arasına karışan, geceleri ateş böcekleri gibi çalıların ardından onları izleyen, azıcık pirinç lapası ile doyan, yere kıvrılıp uyuyabilen 300 bin Çin askeri ile 100 bin Kuzey Kore ‘gerilla’ sı… Batı emperyalizmine karşı kinle dolu bu ‘eski tip’ orduyla, işgalci konumunda olan ‘modern’ orduların savaşından doğal olarak birinciler galip çıktı. BM ordusunun darmadağın olarak geri çekilmeye başladığı bir ortamda her türlü destekten yoksun bırakılan Türk Tugayı bilmediği bir arazide körlemesine ilerlerken 27 Kasım’da ilk kez düşmanla burun buruna geldi. Komutan Tahsin Yazıcı’nın kendi inisiyatifi ile geri çekilmeye kalkması, bazılarınca ‘askerlerimizi imhadan kurtaran’ harekat olarak, bazılarınca ‘birliklerin tüm düzenini bozan bir fiyasko’ olarak adlandırıldı. 28 Kasım gecesi, askerlerimizin ‘Allah Allah!’ avazeleri ile yaptığı süngü saldırısının bilançosu ise ağır oldu. Çarpışma bittiğinde iki subay ve birkaç erden başka kurtulan yoktu. Yaralılar ve sağ kalanların hepsi düşmana esir düşmüşlerdi. Daha sonra yapılan soruşturmada, bazı erlerin ısınmak için yaktıkları ateşin düşmanın yerlerini keşfetmelerine neden olduğu ortaya çıktı.
SIRF İNGİLİZCE SORUNU MU? . 29 Kasım gecesi Türk Tugayı ikinci kez gece baskınına uğradı. Son ana kadar direnen General Yazıcı en sonunda Çinliler tarafından tamamen kuşatıldığını anlayınca geri çekilme emri verdi ama bu geri çekilme de başarılı değildi. Buz gibi havada, etraflarını saran zifiri karanlıkta, Çinli askerlerin çıkardığı ürkütücü seslerin eşliğinde geri çekilen askerlerimiz o kadar paniklemişlerdi ki, yolda karşılaştıkları dost Güney Koreli askerleri düşman sanıp öteki dünyaya yollayıverdiler. Geri çekilen Tugayın arkasındaki 400 askerimiz Çinlilerle göğüs göğüse çarpışarak bir dağın eteğine sıkışmış ve sonunda teslim olmuştu. Daha sonra Türk tarafı ABD ordusu tarafından yalnız bırakıldığını söyledi, Amerikan tarafı ise Türk tarafının İngilizce yetersizliği yüzünden uyarıları anlamadığını söyledi.
Türk Tugayı daha sonra ‘Kunuri Savaşları’ olarak adlandırılan Wavon, Sinnimni, Kaechon, ve Sunchon Boğazı çarpışmalarında resmi rakamlara göre 218 şehit, 455 yaralı ve 94 kayıp verdi. Daha sonra, gerçek rakamın çok daha fazla olduğu söylendi ama sayının ne olduğu hiçbir zaman öğrenilemedi. Bu kadar büyük kayıp verildiği halde olayın ‘destan’ olarak anılması ise cabası oldu. Yine de şükretmek lazımdı, çünkü askerlere moral vermek için düşmanın pusuda yattığı bir ortamda yedi bin kişinin toplu namaza durması gibi olaylar ucuz atlatılmıştı.

Kumyangjang-ni ve sonrası: Eve dönüş
Türk tugayının ikinci büyük savaşı.25-27 Ocak 1951 tarihinde Kumyangjang-ni mevkiinde olmuştu. Dondurucu soğukta ‘Allah Allah” diye haykırarak ileri atılan Türk askerleri yine büyük kayıplar verdiler ama, ABD Kongresi bu sefer pek kadirşinas davranarak Türk birliğini Mümtaz Birlik Nişanı (Distinquisted Unit-Station) ile teselli etti. BM kuvvetleri 24 Mayıs 1951’de Çin kuvvetlerini yenilgiye uğratarak 38.Paraleli aşmalarının ardından Türk tugayı yedeğe alındı. 8 Temmuz 1951’de Panmunjom’da başlayan ateşkes görüşmelerinden sonra da savaş devam etti. Hatta, 28-29 Mayıs 1953’te tarihe Vegas savunması diye geçen çarpışmalarda, Türk Tugayı, Kunuri’den sonraki en büyük kayıplarını verdi. Yine taltifler, madalyalar, ‘aslansınız-kaplansınız’ konuşmaları, Sovyet lideri Stalin’in 4 Mart 1953’te ölümü ile 20 Nisan 1953’ten itibaren hasta ve yaralıların değişime başlanması, 27 Temmuz 1953’te ateşkesin imzalanması ve dönüş yolculuğunun başlaması…

Büyük bir coşkuyla gönderdiğimiz askerlerimizi dönüş limanında sadece aileleri bekliyordu. Bir asker, ‘bizi gemiden limana döküverdiler, bir muayene bile yapmadan evlerimize gönderdiler’ diye yakınmıştı. 1960 yılına kadar, her yıl değişmek suretiyle 6 Türk tugayı daha Kore'ye gitti. 10. tugaydan sonra Kore’ye bir bölük yollanmaya başlandı. 1962'den sonra bölük bir mangaya indirildi. bu sembolik kuvvet de 1971’de Kore’den çekildi. Gazilere ‘şeref aylıkları’ ancak 1976’da bağlanabildi. O da 1983’te kesilmek üzere...Kore’de ise, kan ve barut kokulu bu acı serüveninden Kumyangjangni'deki Türk Zafer Anıtı ile Pusan’da BM Ordusu Mezarlığı’ndaki Türk Şehitliği dışında bir şey yok. Peki barış anlaşması imzalandı mı? Hayır, Kuzey Kore ile Güney Kore hala ateşkes durumunu koruyorlar…

SAVAŞIN ACI MEYVESİ: NATO ÜYELİĞİ
Türkiye Kore’ye asker göndermeye neden bu kadar hevesli idi? İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman sempatizanlığı sosuna bulanmış bir ‘aktif tarafsızlık’ politikası izlediğini ileri süren Türkiye’nin Haziran 1941’de Almanya ile Saldırmazlık Paktı imzalaması, aynı yılın Ekim ayında bir de ‘krom alım-satım’ anlaşması yapması ABD’yi çok kızdırmıştı. 1945’te Alman ordularını hezimete uğratmış olan Sovyetler Birliği de Türkiye’ye kızıyordu. Üstelik İngiltere, Rusya ve ABD, Yalta Konferansı'nda sadece ‘1 Mart 1945'ten önce ortak düşmana savaş ilan etmiş olan’ milletlerin, 25 Nisan 1945-26 Haziran 1945 tarihleri arasında San Francisco'da yapılacak konferansa katılmalarına karar vermişlerdi. Bilindiği gibi, bu konferans BM’nin kuruluş toplantısıydı. Yeni dünya düzeninde yer bulamayacağından korkan Türkiye 23 Şubat 1945'te Almanya ve Japonya'ya savaş ilan etti ancak Sovyetler Birliği bununla tatmin olmadı. Önce 1925 tarihli Tarafsızlık ve Dostluk Anlaşması’nı yenilemeyeceğini, ardından Kars ve Ardahan’ın Sovyetler Birliği’ne geri verilmesini, daha sonra da 1936 tarihli Montreaux Anlaşmasının tadilini istedi. Türkiye’nin Batı ile yakınlaşmaktan başka çaresi kalmamıştı. 26 Haziran 1945'te BM anlaşmasını imzaladı. Aynı şekilde ABD de Türkiye’nin önemli olduğunu düşünmeye başlamıştı. Amerikan Yakın Doğu ve Afrika İşleri Bürosu’nun Ekim 1946’da açıklanan bir araştırmasında Türkiye’nin coğrafi konumuyla Sovyet askeri ve siyasi etkisinin Doğu Akdeniz’e kolay bir şekilde akabileceği bir bölgede şişenin ağzındaki tıpa görevini gördüğü belirtilmişti. ABD Başkanı Truman’ın ‘containment’ (Doğu Blok’unu çevreleme) politikasında önemli roller biçilen Türkiye ve Yunanistan’a ünlü ‘Marshall Yardımı’ verildi. Bu ilgiden cesaret alan Türkiye, Nisan 1949’da kurulan NATO’ya başvurdu ancak sonuç hayal kırıklığı oldu. Türkiye coğrafi açıdan NATO’ya ait görülmemişti. İngiltere’nin Orta Doğu’daki konumunu korumak için çeşitli Arap devletleriyle ikili ilişkilerinin üzerine dayanacağı bölgesel bir örgüt kurma ve Türkiye’ye burada rol verme planları vardı. ABD buna itiraz etmedi çünkü onlara göre Ortadoğu’da yapılacaklar İngiltere’nin öncülüğünde yapılmalıydı. Ayrıca ABD, İkinci Dünya Savaşı’na katılmayan Türkiye’yi cezalandırmak da istiyordu.

ALDILAR DA GİRMEDİK Mİ? . Bütün bunlar CHP iktidarı sırasında olmuştu. 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazandıktan sonra Pembe Köşkte selefini ziyarete giden Celal Bayar, NATO’ya niye girilmediğini sorduğunda İsmet Paşa“Aldılar da girmedik mi, iki gözüm?” demişti. Kore Savaşı, ‘Batı ile ilişkileri geliştirme yarışında’ DP’nin eline geçen ilk fırsattı. Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü’ye göre ‘Türklerin geleneğinde insani değerler ve insan hakları müstesna bir yer tutuyordu ve Yunus Emre’yi yetiştirmiş bir milletin Kızıl emperyalizm denilen komünizme karşı gövdesini siper eden ABD’nin yanında olmak konusunda başka milletlerden geri kalması düşünülemezdi!’ Nitekim, Türkiye geri kalmadı, ileri gitti. Hatta o kadar ileri gitti ki, Kore Savaşı’nda ordusunu BM ordusunun değil de ABD ordusunun emrine vermeyi kabul eden tek ülke oldu…

Bu cansiperane tavra rağmen, Türkiye’nin Yunanistan ile birlikte yaptığı üyelik başvurusu hemen kabul edilmedi. Yani evdeki hesap çarşıya uymamıştı. Ancak Kore’de durumun vahametini idrak eden NATO Başkomutanı Eisenhower, ittifakın güneydoğu kanadının güçlendirilmesi gerektiğini anlayarak, Türkiye’de hava üsleri kurulmasını önerdikten sonradır ki, ABD tarafından Türkiye ve Yunanistan’a NATO üyeliği resmen teklif edildi. Ancak, teklif NATO’daki önemlerini kaybetmekten korkan bazı küçük Kuzey Avrupa ülkeleri ile ittifakın güç odaklarından İngiltere tarafından pek hoş karşılanmadı. İtirazcılar ancak Ortadoğu’daki gelişmeler ve İran bunalımından sonra giderilebildi ve Türkiye ile Yunanistan, 20 Şubat 1952 de Lizbon’da yapılan imza töreni ile NATO’ya girdiler. Karara destek veren muhalefet lideri İsmet İnönü şöyle demişti: "Bundan sonra dünya sulhu bakımından vazifelerimiz de artmış bulunuyor. Eşit haklarla, milletimizin kendisine teveccüh edecek vazifeyi en iyi şekilde ifa edeceğine şüphe yoktur." Bu tarihçeye bakınca, ne ABD Türkiye’yi zorla NATO’ya aldı demek mümkün ne de NATO’ya girişi sadece Menderes’in teslimiyetçi politikalarına bağlamak.

Taraf gazetesi