Köprüler ve Kanallar Şehri Venedik

NEHİR AYDIN GÖKDUMAN

Kanallar ve köprüler şehri Venedik’teyiz. İtalya denince belki de Roma’dan sonra ilk akla gelen ve coğrafi konumuyla dünya üzerinde özgünlüğünü ispat etmiş ender şehirlerden biri. Bu Venedik’e ikinci gelişim. Daha öncesinde Uluslararası Bologna Çocuk Kitapları Fuarı’na geldiğimde bir günlüğüne uğradığım Venedik, işte yarım kalmış keşfetme isteğime amade. Şehrin girişinde park eden otobüsümüzden inip, vapurla devam ediyoruz. Şehir masmavi bir gök ve denizin muazzam uyumuyla uzayıp gidiyor önümüzde. İlk gelişimde hızlı tren kullanıp garda indiğim ve direk Büyük Kanal’ın önüne çıktığım için bu güzelliği kaçırmış olduğumu düşünüyorum.

Kısa Bir Tarihçe

Gidilen her şehrin bugünü olduğu kadar dünü de merak uyandırıyor insanda.  Tarihi kaynaklar birbirine kanallarla bağlı 118 adacıktan oluşan Venedik’in adını, MÖ 10. Yüzyıl’da burada yaşayan Veneti insanlarından aldığını söylüyor. Fakat Venedik’in tarih sayfasındaki asıl yeri, 7. ile 18. Yüzyıllar arasında kent/devlet olarak hüküm süren Venedik Cumhuriyeti’ne başkentlik yaptığı dönemlerde şekillenmiş. Başlarda Bizans İmparatorluğuna bağlı bir şehirken; 7. Yüzyıl’dan itibaren bağımsızlığını ilan etmiş, Venedik Cumhuriyeti’nde sanat ve ticaret alanında aktif rol oynamış bir şehir burası. Rönesans Dönemi’nde birçok sanatsal harekete ev sahipliği yapması; senfonik müzik ve operanın gelişiminde önemli rol oynaması, aynı zamanda klasik müzik bestecisi Antonio Vivaldi'nin doğduğu yer olması hasebiyle, sanat ve müzik alanında adından çokça söz ettirmiş. Ünlü Venedikli Tüccar Marco Polo’nun ismiyle de özdeşleşerek, deniz seferleri ve ticaretiyle Ortaçağ’da Akdeniz ülkeleri arasında zengin bir konuma gelmiş. Haçlı seferleri sırasında Osmanlı’ya yapılan akınlarda da başı çekmiş.

Ara Sokaklarda Uzayıp Giden Yürüyüş

Bizi şehir merkezine getiren vapurdan indiğimizde, önceki gelişime (nisan ayı) nazaran şehrin çok daha kalabalık olduğunu fark ediyorum. Yaz aylarındaki bütün turistik şehirlere yansıyan o insan bolluğundan fazlasıyla nasibini almış. Metrekareye düşen yoğunluğu kestirmek zor değil. Çünkü her adımda katar katar turist kafileleri ile karşılaşıyoruz. Birlikte geldiğimiz grup bir an önce gondol gezisi yapmak içinde gondollara yönelirken, biz ekipten ayrılarak, şehri bir başımıza keşfetmek için yola koyuluyoruz yine. Küçük bir çocukken Venedik’in adını duyduğumda buranın hiç yürüme yolu olmadığını, insanların evlerinden çıkar çıkmaz gondollarla yola koyulduklarını sanırdım ve hayal dünyamda bu insanların hiç yol yürümeden nasıl yaşadıklarını anlamlandırmaya çalışırdım. Hiç de öyle değilmiş. Birbirine uzun ince yollarla ve 400 köprüyle bağlanan şehir, keyifli yürüyüşlere imkân sağlıyor. Hatta şehir yürüyerek keşfe daha müsait. Kanalları seyrederek ve küçük, sevimli, otantik köprülerden geçerek yol alıyoruz.

Sular Şehrinde Yaşam

Tek geçim kaynağı turizm olan şehrin karnaval havasından sıyrılmak için ara sokaklarda ağır adımlarla ilerliyoruz. Haritayla gezmek yerine binaların üzerine konulan yönlendirme tabelalarını izlemek daha akılcı geliyor. Çünkü oldukça karışık ve plansız bir şehir burası.  Daracık kanalları, onların üstelerine biblo gibi kondurulan köprüleri, kanalların etrafında dizi dizi sıralanan az katlı, tarihi evleriyle her sokağı birbirine benzeyen, fakat kaybolma telaşına da sebep olmayan bir karmaşanın içinde yürürken  Venedik’te yaşasaydım, her gün bu yürüyüşü yapmak isterdim  hissine kapılıyorum.  Sonra birinci katları neredeyse suya gömülmüş, üst katlarına kadar nemin tırmandığı, dev taş duvarlarla örülü evlere takılı kalıyorum. Çünkü bunlar bizim oturduğumuz apartmanlardan ziyade büyük taş mahzenleri ya da tarihten arta kalmış metruk binaları andırıyorlar. İçlerinde yaşayan olup olmadığını anlamak için bir kıpırtı, perde, ışık, insan sesi arıyorsunuz. Binaların bazıları restore edilmiş, balkonlarına, pencerelerine çok hoş çiçek tarhları yerleştirilmiş, bazılarının otel olarak kullanıldığı anlaşılıyor. Restore edilmiş, içinde yaşayanların olduğu binalar adeta ziyaretçilerine gülümsüyor. Fakat genelinde metruk bir hal mevcut. Aklıma ilk takılan soru, yaz- kış turist akınına uğrayan bir şehrin yerlilerinin günlük yaşamının nasıl normal seyrinde sürebildiği. Yaptığım araştırmalara bakılırsa, bu soruya takılmakta da hiç haksız değilim. Çünkü Venedik,  günübirlik ziyaretçilerine muhteşem anlar yaşatsa da şehrin yerlileri için, pek de cazip yaşam şartlarına sahip değil.  

Bu kanallara bakan evlerin içinde yaşayanları düşünüyorum. Evlerin duvarlarını döven kanallarla yüz yüze bir yaşamın sahipleri kimlerdir, merak ediyorum. Bir evden diğerine komşuluk münasebetleri nasıldır mesela? Birbirine yan yana dip dibe yapışık binaların pencerelerinden, “Evde tuz kalmamış da siz de var mıdır?” gibi muhabbetler dönüyor mudur? Fakat öğrendiklerim öyle hayalimdeki gibi renkli diyaloglar sunmuyor. Bu evlerin genelinde yerliler yaşamıyormuş. Şehir kendini turizme teslim ettiğinden beri, yerli halk ekseriyetle, Eski Venedik’e köprülerle bağlı ana kara Mestre’ye (Yeni Venedik) göçmüş.  Artık şehir merkezindeki bu evler çok pahalıymış. Yüz metre karelik bir evin fiyatının 750 bin Euro’dan başladığı söyleniyor. Ve bu evlerin çoğunda Venedik’i seven zengin yabancılar oturuyormuş. Şehir merkezindeki kiralar da çok pahalıymış. Kirada oturanlar bir o kadar da vergi ödüyormuş. Üstelik buralarda oturmak önemli bir sorumluluğu da beraberinde getiriyormuş. Şehirdeki yapıların hepsi Unesko Tarih Mirası korumasında olduğu için, duvara bir çivi çakmak için bile uzun bürokratik engelleri aşmak gerekiyormuş. Evin iç ve dış restorasyonu da bir o kadar masraflı ve yasal olarak zahmetliymiş. Tüm bunlara bir de şehrin yılda 6-7 cm suyun içine gömülme sorunu eklenince Venedik’te yaşayan yerlilerin sayısı her geçen gün azalmış. Venedik, en çok göç veren şehirler listesinin başlarında geliyor.  Öyle ki 1950’li yıllarda 200 bini bulan nüfusun, bugün 60 bin civarında seyrettiği görülüyor.  

Grand Kanal (Büyük Kanal)

Tabi bunlar madalyonun öbür yüzü olarak zihnimde yer ediyor.  Venedik’in yaşamaktan ziyade gittikçe ziyarete açık bir müze şehre dönüştüğü kanısı pekişiyor. Yine de belirtmeden geçemeyeceğim ki şehirlerin ara sokaklarında gezme ve evleri gözlemleme sevdam burada tavan yaptı. Bu evlerden birinde en az birkaç ay kalmayı ve şehirle uyumlu otantik öyküler yazmayı isterdim. Duvara çivi çakmak gibi bir derdim de olmazdı. Sessiz sakin birkaç ay yeterdi.  Ama bir günlüğüne gezmek için bile pahalı bir şehirde acayip lüks bir istek bu. Yani istemekle hallolmuyor hiçbir şey.  İçimdeki ses: “ Hayal kurmak bedava!” diye kışkırtıyor beni. Edebiyatçılar neden kendini aşamıyor diye eleştirirler bir de!

Neyse efendim, yaralarımız böyle sızlaya dursun,  labirent gibi kanallar arasından, köprülerin üzerinden geçerek,  hediyelik eşya dükkânlarını gezerek, küçük sevimli pasta-kurabiye fırınlarının önünden ilerleyerek,  biraz kaybolup biraz araya sora Venedik’in en büyük kanalı bizim tabirimizle ana caddesi olan Grand (Büyük)  Kanal’a ulaşıyoruz.  Büyük Kanal, Ferah, hoş ve hareketli görünümüyle bir karnaval şehri havasını yeniden gözler önüne seriyor. Önceki gelişimden bu manzaraya aşina olduğum için pek yabancılık çekmiyorum. 3800 metre uzunluğunda ve 5 metre derinliğindeki ters ‘S’ şeklindeki kanal, hem Vaporetto hem de gondolla gezmek için ideal bir konuma sahip.  Kanal boyunca sağlı sollu gösterişli binalar mevcut. Tarihi olarak sayılarının 170’i bulduğu söylenen bu binalar 13. ve 18. Yüzyıllar arasında Venedik Cumhuriyeti’nin refah ve sanatsal yaşamını betimlemek için, Venedik Asilzadeleri tarafından yaptırılmış. Büyük Kanal boyunca sıralanan bazilika, kilise,  müze ve saraylar dış görünümleri ile yapıldıkları dönemin mimarisini yansıtıyor. Kanalın üstü de hayli hareketli. Ulaşım daha çok vaporetto denen küçük deniz otobüsleriyle sağlanıyor. Kanalın kenarında, belli aralıklarla bu küçük deniz otobüslerinin ve deniz taksilerinin yanaştığı ve yolcu aldıkları küçük duraklar var. Bu duraklarda büyük tahta direkler (kazıklar) mevcut. İniş biniş sırasında deniz araçları buralara bağlanıyor. Kanalın üstünde yoğun bir gondol trafiği var. Genellikle ara kanallarda seyreden gondol gezileri de Büyük Kanal’da son buluyor. 

Büyük Kanal’ın çevresi kafe, restoran ve oteller yönünden hayli zengin. Aynı zamanda işportacılar ve hediyelik eşya dükkânları bakımından da şehrin en hareketli noktası. Özellikle maskeleriyle ünlü bu şehirde çok sık maske stantları ile karşılaşıyorsunuz. Daha çok Ortaçağ insanlarını tasvir eden bu maskelerin bir kısmı Venedikli ustalar tarafından üretilse de Çin’in dünya pazarında önemli yer tutmasıyla bu ürünlerin de Çin’den gelmesi olağanlaşmış. Zaten yerli üreticinin pazarladığı maskeler oldukça pahalı olduğundan diğerinin tercih edilmesi de sıradanlaşmış. Sanırım burada Venedik esnafından özellikle yerli ve dükkân sahibi olanların kibirli ve kaba olduğunu söylemekte de bir beis yok. Turizmden geçimini sağlayan bir halk olarak, esnafın kaba tavırları pek çok ziyaretçiyi yıldırmış.  Mesela bir işportacıdan (garibanlık dünyanın her yerinde aynı) alışveriş yaparken pazarlık yapabilirsiniz. Üç ürünü iki ürün fiyatına alabilirsiniz. Ancak yerli bir dükkân sahibine pazarlık teklif etmeniz adeta suç. Alacağınız tepki,  sizin şehri gezme şevkinizi kırabilir. Mesela bizim ekipten biri, maske almak için bir dükkânda, satıcıya pazarlık teklif ettiğinde, kendisine direk kapı gösterilmiş.  Bunu anlatınca, esnafa dair bir soğukluk duyduk ve de zaten alışveriş, yerine kültür turizmini öncelediğimiz için basit magnet, çocuk oyuncakları gibi hediyelik eşyalar almakla yetindik. Ancak siz yine de beğendiğiniz bir hediyelik eşyayı, esnafa kızıp ya da gezip dolaşıp dönüşte alırım, diye ertelemeyin.   Çünkü her köşe başı, sokak birbirini andırıyor ve bir daha oradan geçemeyebilirsiniz. Tecrübeyle sabit.

 Rialto Köprüsü

Büyük Kanal boyunca yürüyüp tarihi Rialto köprüsüne geliyoruz. Buradan Venedik’i seyretmek, sanırım gezinin en zevkli kısmı. Venedik’in dört büyük köprüsünden biri olan ve 11. Yüzyılda tahtadan yapılan ve 16. Yüzyıl’da Antonio da Ponte tarafından yeniden taştan imar edilen Rialto, Venedik’le özdeşleşmiş bir mimari. Sanırım Venedik’e gelip de burayı ziyaret etmeyen ve fotoğraf çekmeyen yoktur. O yüzden üstü hayli kalabalık ve fotoğraf almak için sakin bir köşe bulmakta zorlanıyoruz. 

Köprü ve çevresi  aynı zamanda mücevher, ipek, hediyelik eşyalar ve cam ürünlerin pazarı olarak nam salmış dükkânların olduğu, ticaretin en yoğun merkezidir de denebilir. Yakınında bir de taze meyvelerin satıldığı küçük, sevimli bir pazar var. Burada uzunca bir zaman kalmak isteyenler için güzel bir alışveriş mekânı…

San Marco Meydanı

Venedik’in simgelerinden birisi de San Marco Meydanı. Napolyon’un, “Avrupa’nın Salonu” diye tarif ettiği  “L” şeklindeki bu meydanı daha çok televizyonda zaman zaman sel baskınları yaşayan Venedik’in esprili sahnelerinden tanıyordum. Dizlerine kadar suya gömülen turistlerin eğlenceli halleri geliyor gözümün önüne. Bazı sel baskınlarında San Marco Meyda’nın da gondolla gezildiği  söylenceler arasında. Bazı uluslararası festivallere de ev sahipliği yapan meydan, şehrin içindeki en geniş kara parçalarından biri ve meydanın çevresinde şehrin en önemli yapıları yer alıyor. Hristiyanların Azizi San Marco’nun anısına yapılan Ünlü San Marco Bazilikası, Carrer Müzesi, Dükler Sarayı ve Çan Kulesi’yle yoğun bir turist akını var.  Fazla yürümeden bu derli toplu tarihi bina zincirini gezebilirsiniz.   Ancak biz bu yapıları dışından izlemekle yetiniyoruz. Çünkü gondol gezisine ve başka ziyaretlere zaman kalması için acele etmemiz gerek.   

Gondol Turu

Venedik denince akla ilk gelen eğlenceli işlerden biri de gondolla kanallar arası yapılan turlar. Yürümekten ayaklarımız ağrımış vaziyetteyiz. Kanalın üzerindeki duraklardan birinden bir gondol kiralıyoruz.  İyi ki önce şehri gezip, gondol turunu ertelemişiz. Yorgunluğun üzerine tatlı bir yolculuk oldu.  Gondolların tarihine de kısa bir açıklama: Burada gondollar şehrin eski zamanlarında halk arasında taşıma aracı olarak kullanılıyormuş. Geçmiş yüzyıllarda her evin bir gondolu varmış. Çarşıya pazara bunlarla gidilirmiş. Hatta herkes gondoluna özenir, rengârenk boyar, bineği olarak kıymet atfedermiş. Şimdinin arabaları gibi, kaliteleri, bakımları önemsenirmiş. Sonrasında ise şehrin turizme açılmasıyla gondollar da zamana uyum sağlamış. Mecburi ulaşımdan ziyade turistik gezi maksatlı kullanılır olmuş. Gondolcuların da gondollar kadar hükmü sürüyor bu şehirde. Öyle aklına esen gondolcu olamıyormuş. Turizmde yerlerini almak için eğitimleri 7 yılı buluyormuş. Her gondolcuda tecrübe ve turizm bilgisi aranıyormuş kısacası. Bu zaten gondolla yaptığınız kısa yolculuk sırasında da kendini gösteriyor. Ellerindeki uzun küreklerle gondolla öyle uyumlu ve estetik bir hizmet veriyorlar ki onlara heybetli duruşlarıyla “Venedik’in Efendileri”  diyebilirsiniz. Genellikle uzun boylu ve yapılı bu adamlar, başlarındaki fötr şapkalarla, klasik İtalyan erkeklerine örnek teşkil ediyorlar da denebilir.  Gondolların rengi ise artık genellikle siyah ve dışının zift olması suya dayanıklılığını artırmak içinmiş.

Gondolumuz dar kanalların arasında bazen yumuşak virajlar alarak, bazen de sert köşelerden sakince süzülerek ilerliyor. Yürürken gördüğümüz, kanallar boyunca sıralanan evlerin önünden geçiyoruz şimdi. Venedik’teki herkesin şikâyetçi olduğu yoğun rutubet ve yosun kokusunun en yoğun yaşandı an bu. Ancak benim gibi koku hassasiyeti olmayan birini rahatsız etmiyor. Yine de binaların dışındaki yosun ve kararmaları gördükçe, burada yaşayanların romatizma ağrılarını dizlerimde hisseder gibi oluyorum.  Nemli ve ıslak yerleri oldum olası sevemedim. Yarım saati aşkın yolculuk boyunca çok şık, balkon ve pencerelerinden çiçeklerin sarktığı tarihi binaların önünden geçiyoruz. Bolca fotoğraf çekiyoruz. Bazı gondolcuların İtalyan şarkılar eşliğinde ya da binalar hakkında bilgiler vererek de yolcularını ağırladıkları söyleniyor. Gondol turumuz, Büyük Kanal’ın üzerinde son buluyor.

Lido Adası

Venedik, adalarıyla da ünlü bir şehir. Cam işçiliğiyle bilinen Murano Adası, Bizans’tan izler taşıyan Torcello Adası, dantelleriyle meşhur Burano Adası içlerinde en belirgin olanları. Biz doğası ve yeşilliğiyle ünlü Lido Adası’na gitmeye karar veriyoruz. Hem Büyük Kanal’ı baştanbaşa geçerek Venedik’i görmek, hem de adayı keşfetmek için Vaporettolardan birine biniyoruz.  Kırk dakikalık bir yolculuğun ardından Lido Adası’na geliyoruz. Ada Venedik’in merkezinden son derece sakin. Plajlarıyla ve film festivaliyle ünlüymüş. Biz sahilde oyalanmadan adanın içine doğru yol alıyoruz. Venedik’in içinde otomobil kullanımı yasak, fakat adada serbest.

Ada sakinlerinin son derece elit bir yaşam sürdükleri bahçeler içinde konakvari evlerde yaşamalarından anlaşılıyor. Evlerin hem bahçeleri hem de dış cepheleri çok bakımlı ve zevkli dizayn edilmiş. Burada yaşayan elit tabaka, hiçbir konuda masraftan kaçınmamış. Bahçeler; hamaklar, sallanan koltuklar ve heykellerle donatılmış. Bir evin önünden geçerken Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’in  küçük, sevimli heykellerini görüyoruz. Ev sahibi muhtemelen bunu çocuklarının eğlenmesi için düşünmüş. Başka evlerin bahçeleri de çizgi film kahramanları ve hayvan figürleriyle dolu.

Ada düz bir zemine sahip. Ve bisikletle gezilebilmesi için müsait. Bu sebepten bisiklet kiralama yerleri mevcut.  Ayrıca son derece planlı bir yerleşime sahip ve de temiz. Ada’daki yemyeşil parklarda oturup dinleniyor, eşimle aramızda kısa bir şehir değerlendirmesi yapıyoruz.

Otele Yolculuk

Lido Adası’nda konaklamak için güzel oteller mevcut. Fakat turla hareket ettiğimiz için kalacağımız oteli kendimiz seçemiyoruz. Gün inmek üzere, Venedik’te geçirilen sürenin sonlarına yaklaştık. Vaporetto ile geri dönüp, birlikte hareket ettiğimiz tur ekibiyle buluşma noktasına geliyoruz. Herkesin yorgunluğu yüzüne vurmuş.  Bir an önce otele gitme ve dinlenme isteği böyle anlarda tavan yapar. Yeniden bizi merkeze getiren vapura biniyor ve otobüsü bıraktığımız park yerine doğru hareket ediyoruz. Turla yurtdışına çıkanların sıklıkla başına gelen şey, kalınacak otellerin şehir merkezinde gösterilmesine rağmen, genellikle şehir dışında olmasıdır. Venedik pahalı bir şehir olduğu gibi, oteller hususunda da öyle. Ancak bu sefer otobüsle otele transferimiz uzadıkça uzuyor.  Şehir dışı falan değil, resmen şehirlerarası yolculuk bu. Öyle ki üç saate yakın yol alıyoruz. Hatta gruptaki yolculardan biri, “Hâlâ İtalya’da mıyız?” diyerek esprili bir sitemde bulunuyor. Nihayet üç saati bulan bir yolculuğun ardından Montecatini denilen kasabaya geliyoruz. Yani bize Venedik’te konaklama gösteren tur, geceyi geçirmemiz için burayı uygun görmüş.

Öyle yorgunuz ki… Kendi aramızda şikâyettensek de hepimiz “ Uzaktan gelmişim yorgunum hancı.” modundayız. Nihayet dinlenebilmek için odamıza çekildiğimizde, hâlâ Venedik’te, gondol ya da vaporetto daymışım gibi denizin salınımlarını hisseder gibiyim. Artık Venedik çok gerilerde kaldı. Her şehirden geçerken biraz da kalbinizin Allah’ın arzının o köşesinde kalması gibi. Kendi dilinde Venezia, tam da öykü yazılacak şehir olarak kalıyor aklımda.