Kesintisiz Zulmüne Karşı Kesintili Muhalefet Edenler

GÜNEY UZUN

28 Şubat darbesinin en büyük dayatmalarından biri de kesintisiz eğitim uygulamasıydı. Amaç ise İmam-Hatip liselerinin orta sınıflarını kapatarak sözüm ona irticai tehlikenin baştan önünü almaktı. Son olarak yasallaşan kanun ile kesintisiz eğitim kaldırıldı. Yeniden imam-hatiplerin orta kısımlarının açılmasının önü açıldı. Milli eğitim kanununda değişiklikle Atatürk milliyetçiliği ve milli güvenlik siyasetine bağlı gençlik yetiştirmek ifadesi ile milli güvenlik dersi müfredattan çıkartıldı.  Bu ve bunun öncesindeki bazı uygulamalar üzerinden değişik tepkiler ortaya konulmaya başlandı.

Özellikle 4+4+4 tasarısının komisyon görüşmelerinde yaşanan arbede, tasarının yasallaşması sonrası özellikle bazı sendikaların Ankara sokaklarındaki savaşı andıran protesto gösterileri, başta TÜSİAD olmak üzere laik-Kemalist elitlerin yasaya karşı çıkışlarına kendi camiamızdan farklı tonlarda destek mesajları gelmeye başladı. Daha doğrusu Kemalist, laik, ulusal kesimler gibi 8 yıllık kesintisiz eğitim dayatmasının en büyük mağduru İslamcı kesimler farkı argümanlarla bu gelişmelere mesafeli, dışarıdan bir duruş sergiliyorlar. Kategorize etmeye çalışırsak:

1-      “Bu değişiklikler ılımlı İslam projesinin parçasıdır. Kanun ile AKP dindar kesimlere ve İslamcılara sus payı vermiştir. Kemalist düzen hiçbir şekilde değişmedi. Aynı güce sahip. Çocuklarımız şirk sistemi içerisinde Kemalist olarak yetiştirilmek isteniyor. Müşrik bir sistemde Atatürkçülük tüm derslerde mecburi ama Kur’an ya da siyer seçmeli. Menderes’in ezanı yeniden Arapça okutması gibi bunları da göz boyama ve iktidarda kalmak için yapılan manevralar olarak gören, biz İslami eğitim istiyoruz, bu da yalnızca İslami devlette olur.” diyen bakış açısı.

2-      “Devlet dini alanı komple ele aldı. Devlet dini empoze edemez. Dini alandan elini çeksin. Kemalizm Müslümanlar gözünde çok fazla büyütüldü. Bu tür değişikliklerin yapılması konusunda kimseye minnettar olmamalıyız. Çünkü Kemalizm modası geçmiş bir düşünce ve bu yüzyılda tasfiye edilmeye mahkûm. Kemalizm bir dönem dinsizliği öngörürken günümüzdeki uygulamalar dinin devletleştiğini göstermekte. Çocuğa eğitim vermek öncelikle baba yanı aileye aittir. Onun sorumluluğundadır. Devletin karışmaması gerekir. Devlet ancak bu ortamı kolaylaştırır.” diyen bir öncekine göre daha mutedil bakış açısı.

3-      “Kesintisiz eğitimin kaldırılması neo-liberal bir savrulmaya yol açarak kapitalist bir pazarlama stratejisi üzerinden menfaat devşirmenin farklı sunumudur. Yeni yasa ile yeni okulların açılması, özel okulların artması eğitimi karlı bir sektör haline dönüştürecektir. Yapılan değişiklikler önemli ana konular arasında değildir. Zaten hükmü ve etkisi çok olmayan müfredat niteliğindedir. Resmi ideoloji muhafaza edilmektedir. Bunlar var olanın devam etmesi için göz boyamaktan ibarettir.” diyen tüm olumsuzluğu mevcut iktidara yükleyen anlayış.

Yukarıdaki üç düşünce aslında bize fazla söz de bırakmadan birbirlerinin eksik ya da yanlış yönlerini ortaya çıkarmakta  ya da tamamlamakta. Biri Kemalizmi fazla abartıp şirk ve müşriklik üzerinden analiz yaparken bir diğeri Kemalizm vurgusunun abartılığından bahsetmektedir. Yapılan değişiklikleri biri çok önemserken bir diğeri ufak rötuşlar olarak görmekte. Biri devleti müşrik ya da şirkin merkezi konumunda görürken bir diğeri devletin dini alanı kapsamı içerisine aldığını söylemekte. Devletin değişmeyen görüntüsü üzerinden bir eleştiri yapılırken diğer taraftan aynı eleştiri AKP üzerinden ve devletin ılımlı İslamlaştığı şeklinde dillendiriliyor. Her şeye AKP düşmanlığı üzerinde sol-alevi-ulusalcı muhalefete benzer bir şekilden menfi tavır alınırken, diğer taraftan bu coğrafyada olup biten her şey “katı itikadi bir sorun”, ılımlı İslam, BOP veyahut “medeniyetler ittifakı” ya da “dinler arası diyalog” olarak ele alınıyor.

Öncelikle bizler 28 Şubat’ın zulümlerini sıralarken sürekli kesintisiz eğitim, milli güvenlik ve Kemalist-tek tipçi eğitime karşı olduğumuzu, bunlara son verilmesi gerektiğini vurguluyorduk. Yukarıda üç ayrı düşüncenin sahiplerinin de zamanında benzer vurguları yaptıklarını biliyoruz. Bu değişikliklerin sırf siyasi iktidarın kendi tercihi olduğunu, oy kaygısı ile bir yem, sus payı olarak bizlere sunulduğunu düşünürsek özellikle bugüne kadarki tüm tepki ve eylemlerimizi inkâr etmiş oluruz. Siyasi iktidarın gerçekleştirdiği doğru. Ama bu konuda biz de kamuoyu oluşturup bu zulmü gündemleştirmedik mi? Kesintisiz eğitime son verilmesini, Milli Güvenlik dersinin kaldırılmasını talep etmedik mi? 28 Şubat’ta Beyazıt meydanında, Sultanahmet Meydanında, el ele eylemlerinde yine aynı taleplerimizi ifade ettik. Bunları AKP yokken, kurulmamışken de yaptık, iktidardayken de yaptık. Okullardaki askeri vesayetin bir göstergesi olan milli güvenlik dersinin kaldırılmasına neden sevinmeyelim. Kesintisiz eğitimden vazgeçilmesi neden bizim kazanımımız olmasın. Getirilen değişikliklerin uygulamadaki pratikleri içinde sözümüz baki değil mi? Bugüne kadar kimden sözümüzü esirgedik? Burada sormak lazım. Bazı somut zulümler ve baskılar üzerinde düşüncelerimizi ifade etmek kalanı üzerinde bir ön kabulü mü gerektirir? Ya da kim bu bize yeter, fazlasını istemeyiz dedi? Burada iktidar partisinin kendine göre çıkarı varsa bu onun etki alanındaki çevreler için geçerlidir. İktidarın dümen suyu dışında hiçbir siyaset üretmeyenler için durum zaten daha vahimdir.

Türkiye’de gelinen noktada Kemalizm ya da askeri vesayet noktasında önemli adımların atıldığı, Kemalist ve ulusalcı çevrelerin bunlardan rahatsız olduklarını görüyoruz. Ama ne Kemalistlerin ne de Müslümanları neo-liberal uygulamalarla savrulduğunu söyleyenlerin dediği gibi Kemalizm tümden ne kan kaybetmiş, bitmiş ne de şekil değiştirmiştir. Eline geçirdiği her fırsatta, her acziyette yeniden ipleri eline almak için beklemektedir. Bunun en belirgin örneğini Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları sırasında bile aktif olarak darbeci hücrelerin faaliyet sürdürmesinde görmekteyiz.  Buna rağmen özellikle birinci argümanları dillendiren ve Kemalizme ve Atatürkçülüğe haddinden fazla güç izafe edenler için söyleyeceğimiz söz, Türkiye ve dünyada birçok şeyin de değiştiğidir. Kemalizm bitmemiştir ama eskisi kadar güçlü de değildir. Ayrıca şunu vurgulamak da yarar var. Bizim kuşağımız Kemalizmin ve militarizmin en güçlü olduğu dönemde okudu. Peki, bu ülkede resmi eğitim kurumlarından geçen herkes müşrik mi oldu? Müşrik olmama özgürlüğünün olmadığından dem vuranlar kendilerinin ya da çocuklarının nasıl muvahhit kaldıklarını açıklamak zorundadır. Eğer bunun bir yolu varsa bu “kendini gerçekleştiren kehanetlere” ne gerek var? Türkiye’de örgün eğitim ve kadroları bu kadar güçlü mü? Kemalizm ya da Atatürkçülük mükemmel bir sistem midir?

Dinin devletleşmesi iddiası çok erken bir öngörü olmasına rağmen dikkate alınması gereken tespit veya dikkat çekmedir. Ancak şuan Kemalist rejimin tümden tasfiye edilmediği bir ülkede, rejim karşısında özellikle Müslümanların kazanımlarının bir siyasi partinin iktidarda olması ile görünür hale geldiği bir atmosferde bir din devletinden ya da devletin dini alanı tümden kapsadığını söylemek aceleci bir çıkarsamadır. Bu, darbeci, cuntacı militarist zihniyet tasfiye sürecinde iken ve henüz mahkemeleri bile sonuçlanmamışken bir anda “yeşil ergenekon” gibi bir söylem üretmeye benzer.  Kemalist ve dine düşman bir rejimde dini alanın genişletilmesi çabası kendini dini isnat eden bir parti ile bile olsa dinin devletleştiği manasına gelmez. Bununla beraber devletin ya da siyasi iktidar sahiplerinin resmi bir din söylemine sahip çıkarak, belli bir dini düşüncenin sahiplenilip diğerlerinin ötekileştirilmesi şeklinde tezahür eden yaklaşımı bizim sürekli dile getirdiğimiz resmi din, diyanet kurumu eleştirilerimizi haklı çıkartır.

Bununla beraber Kur’an ve siyer derslerinin seçmeli olarak müfredata girmesinin kendi bağlamında bir olumsuzluğu da yoktur. Dersin kendisine sorun olarak bakmak yerine içeriğinin, uygulayıcılarının ve kapsamının yeterli ve bizler açısından uygun olup olmadığı tartışılmalıdır. Muhalifi olduğumuz rejim bazı adımları kendi hesabına, planını yaparak atabilir. Ancak geçmiş dönemlerden edindiğimiz bir şey vardır ki, rejimin planları bazen geri tepmektedir. İmam-hatip liseleri ve ilahiyatlar örneklerinde olduğu gibi. Din Kültürü dersinde İslam’dan ve Peygamberimizden daha çok Kemalizmden ve onun kurcusundan bahsedildiği ve öğretildiği doğrudur. Ama bu bir zihniyet ve eğitim içerisindeki kadrolaşma sorunu olarak da ele alınabilinir. Örneğin Kemalist bir sınıf öğretmeninin matematik anlatırken bile Atatürkçülük eğitimi verdiğine şahit olmaktayız. Tersinden Müslüman bir tarih öğretmeninin resmi müfredat dışında öğrencilerine verebileceği çok şey olabilir. Kaldı ki müfredatın en azından yasal zeminde buna uygun hale gelmesi bu tür tebliğ faaliyetlerini kolaylaştıracaktır.

Dini alanın Müslümanların yaşaması ve faaliyet göstermesi için kolaylaştırmasının bir sakıncası olmamalı. Bu bağlamda bu seçmeli derslerin cahili bir toplumda, resmi ideolojinin renginin baskın olduğu bir atmosferde olumlu bir gelişme olarak algılanmalıdır. Bunu bir göz boyama olarak algılamak ancak halk yığınları açısından geçerli olabilir. Muhalif bir İslami kimlik ile oy kitleleri arasında farkın göz ardı edildiğini görmemiz lazım. Evet, Menderes ezanı yeniden Arapça okutmuştur. Bu yüzden halkın sevgisini kazanmıştır. Bizim için ise aynı Menderes Atatürk’ü Koruma Kanunu çıkartan zihniyeti temsil eder. Yine de ve buna rağmen Türkçe ezanın devam etmesini savunmak gibi bir gaflet içinde olmadığımız gibi, AKP iktidarında muhalif İslami kimliğe hareket kabiliyeti sağlayan uygulamalara muhalefet etmek veya istemeyiz demek garabeti içerisine de düşmemeliyiz. İslami eğitim için İslam devletinin olması gerektiğinin altını çizenler için çözüm ancak devrimdir. Evet, ama o zamana kadar ne yapmalı? Ne yapılması konusunda önce biz durum tespiti yapıyoruz, çalışıp geleyim demek aslında koyu tekfirci, mazlum ve mahrum halkın sorunlarını takmayan, önemsemeyen, yoksulluk içerisinde, geçim kaygı güden insanların güncel sorunları ile ilgilenmemenin diğer adıdır. Hangi anne babaya izah edebilirsiniz, çocuğunu bu şirk okullarına gönderme, müşrik olur, o yüzden ben seni şu medreseye, şu Kur’an kursuna, bu ev okuma halkasını, şu ablanın, abinin sohbetine dâhil edeyim demeyi? Evet, resmi eğitimin tek tipçi, Kemalist, çift kişilikli eğitim anlayışına karşı çıkalım. Bunun alternatiflerini oluşturalım. Ama bu bazı gerçeklere kafamızı kuma gömerek asla yapılamaz. Bu teorik, hayalci yaklaşımlar dün nasıl bizleri halktan soğuttuysa bugün ve yarın da uzaklaştıracaktır.

Diğer yandan eğitim ile sermaye üzerinde bir bağlantı kurulurken şu göz ardı edilmekte. TÜSİAD on iki yıllık eğitim tasarısına karşı olumsuz tavır takınıyor. Bu bağlamda her şeyi liberalizm ve sermaye üzerinden eleştirenlere TÜSİAD’ın neden böyle bir saflaşmada taraf olduğunu sormamız gerekir. Hatırlayacak olursak aynı TÜSİAD yine kendisi için önemli aynı zamanda yetişmiş, kalifiye iş gücü kaynağı olan meslek liseleri konusunda laik-Kemalist yaklaşım sergileyerek kendi ayağına kurşun sıkmıştı.

Neo-liberal politikalar bir devşirme ve dönüştürme aracı olarak her dönem uygulanmıştı. Bu bağlamda DP, AP, Özal ve RP düzleminde ve tarihî süreçte benzer ithamların devamlı belli çevrelerce sürekli yapıldığına şahit olduk. Tersinden bu Müslümanları merkeze çeken, muhafazakâr, sağcı ve devletçi yapan politikalara karşı duyarlığın aslında Türkiye’deki İslami hareketin en önemli özelliği olduğunu da gözden kaçırıyoruz. Türkiye’deki İslami hareketler zaten tam da bu noktada diğer İslamcı oluşumlardan ayrışmamış mıdır? Burada asıl sorun muhalefet anlayışındaki dengesizlik ve basiretsizliktir. Özellikle özgürlükler konusunda belli bir olumlu gelişmelerin sonucunda menfi durumların ortaya çıkabileceği doğrudur. Ama bunu Müslümanların ortak kaderiymiş gibi görmek büyük bir hatadır. Sırf bu hataya düşmemek için olumlu olan vakaya göz yummak ise kurtuluş değildir. Bu bağlamda muhalif kimlik rejime entegre olmadan, kendi öz gücü ile rejimi geriletmenin, ondan alabileceğinin en fazlasını elde etmenin yöntemini bulmaktır. Bugün kesintili eğitimi, Kur’an ve siyer derslerinin gelmesini, milli güvenlik dersinin kaldırılmasını küçümsemek ve karşı çıkmak ilerde şu an mücadelesini verdiğimiz, her alanda ve koşulsuz başörtüsü yasağının kaldırılması talebinin yerine getirilmesi halinde de aynı söylemi tekrarlamak gerektiğine bizleri götürür. Bu durumda bu yasağın da kaldırılması konusundaki taleplerden vazgeçilmesi mi gerekiyor? Bu mantalite ile bakılırsa her alanda Müslüman kadınların var olması da büyük bir neo-liberal projenin parçası olabilir. Ya da birileri de çıkar bu, müslümanları daha fazla sistem içine çekme, ucuz iş gücü, yozlaşma vs için geliştirilmiş bir projedir diyebilir. Her bir talebimiz karşısında olumsuz bir çok argüman üretmenin şimdiden çok kolay olduğunu söyleyebiliriz.

Buradan yola çıkarak Müslümanların sorunlar konusunda üç temel yaklaşım sergilediklerini görmekteyiz. Birincisi her şeyi oluruna bırakan, hiçbir müdahillik ya da talep içinde olmayan, olursa ne ala, olmazsa da sorun değil diyen, gündemi önemsemeyen yaklaşım. Buna kendi kaderini kendisine yakın hissettiği siyasi partilere havale eden, eklemci, edilgen, pasif yapıları da eklemeliyiz. İkinci olarak, sorunları dile getirip gündemleştiren, bunları var olan rejimin birer baskısı, zulmü olarak gören ama sıra çözüm konusuna gelindiğinde çözüm istemeyen, sanki solun mazoist yaklaşımı gibi, kaosun, acının, zulmün, baskının son kertede devrim için, halkın ayaklanması, çözümü İslam’da bulması için gerekli olduğunu düşünenleri ekleyebiliriz. Bu düşünce tarzı her zaman komplolara, dış güçlere haddinden fazla önem vermiştir. Üçüncüsü ise özelde Müslümanların, genelde ise tüm kesimlerin sorunlarına duyarlı olan, gerektiğinde müdahil olan, bunu İslami kimliği ile yapan, sorunları, çelişkileri, zulmü, baskıyı her alanda, zeminde ve şekilde dile getiren, tavır alan, gündemleştiren, buradan muhalif bir kimliğin inşası için şahitlik görevini yerine getiren, zulmün geriletilmesi, sorunların çözümü konusunda katkıda bulunan, kendi manevra kabiliyeti, hareket kabiliyeti için rejimin kendisinin bile gerçekleştirdiği açılımları değerlendiren, bunu devrim, ıslah ve inşa çalışması için bir kazanım olarak gören anlayıştır. Bu yaklaşım tarzı bizce makul ve olması gerekendir.