Kendi cesedini yaktırmak özgürlüğü ve Garaudy?

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

secakirgil@yahoo.com

Fransız fikir hayatının ve Fransa'daki komünist ideolojinin en seçkin isimlerinden iken, 30 yıl öncelerde, 70 yaşın eşiğinde, müslüman olduğunu açıklayan Roger Garaudy'nin vefatından sonra açıklanan vasiyetinde cesedinin yakılmasını istemesi, nicelerimizi ister istemez şaşırttı, ters köşeye yatırdı..

Bu satırların sahibi bile, müslüman olduğunu açıkladığı ilk yıllardan itibaren dikkatle takib ettiği Garaudy'nin bazı yaklaşımlarını ihtiyatla karşılamakla birlikte, onun böyle bir yakılma vasiyeti  bırakabileceğini  tahayyül bile edemezdi..

Çünkü, İslam inancında, cenazenin, cesedin yakılması sûretiyle ortadan kaldırılması geleneği yoktur.. Ulemâ'nın icmaı ile, İslam'da cenaze yakılması memnû', hattâ bazılarınca 'tahrimen (harama yakın) mekruh'  bilinmiştir..

Vefat haberi alındığı zaman, bir çok müslüman, Garaudy'nin ve ailesinin yalnız bırakılmaması için, Paris'e gidip cenaze törenine katılmayı proğramlamaya başlamışlardı.. Ama, ne zaman ki, ortada ailesi tarafından öyle bir vasiyetin varlığı açıklandı; kimsenin gidecek mecali kalmadı..

Yine de bir sual, zihinlerde kaldı..

'Bu vasiyet, Garaudy'nin hayatının müslüman olmadan önceki döneminde  hazırlamış olduğu bir vasiyet olamaz mı?' diye..

Ama, ailesi bu ihtimali kaale bile almadı ve bir kısım müslümanların Paris Câmii'nde kıldığı bildirilen bir gıyabî cenaze namazından haber verilse  bile, o cesedin yakılması ânında orada müslümanlardan kimsenin bulunmaması bile, müslümanların bu konuya ne kadar soğuk baktıklarını göstermesi bakımından ilginçtir..

Cenazelere nasıl davranılacağına dair, farklı toplumlarca, kendi inanç, kültür ve geleneklerine göre değişik usûller geliştirilmiştir..

Ancak, Hz. Âdem Safiyullah'ın oğullarından Kabil, kardeşi Habil'i öldürerek, ilk cinayeti işleyip, yeryüzüne ilk insan kanını döktükten sonra, kardeşinin cesedini ne yapacağını düşünürken, -Kur'an-ı Kerîm'de de bildirildiği üzere- bir karganın, ölen bir diğer karganın ölüsünü toprağa gömdüğünü görür ve bundan işaret ve ders alarak, kendisi de öyle yapar.. Ve genel olarak, özü itibariyle ilahî vahye dayalı olanlar başta olmak üzere, çeşitli dinlerde, cesedlerin toprağa gömülmesi geleneğinin buradan başladığı kabul edilir..

Ama, farklı uygulamalar da olmuştur elbette..

Fransız mütefekkirlerinden Montaigne, 'Denemeler' adıyla türkçeye de çevrilmiş olan eserinde, eski Giritlilerin, ölülerinin cesedlerini yediklerini anlatır.

Ve sonra da, şöyle bir değerlendirme yapar, -özet olarak- :

'İnsanın, sevdiklerinin /yakınlarının cesedini yemesi, ne kadar dehşet verici bir şey, değil mi?

Ama, onlara biz de en yakınlarımızı toprağın içine, karanlık bir çukura gömüp üzerini örttüğümüzü söyleseydik, onu ne kadar dehşet verici bulurlardı, kimbilir..

Çünkü, sevdiklerinin, yakınlarının kendi kanında dolaşan bir hale dönüştürmek yerine, onu karanlık bir çukura gömüp terketmenin korkunçluğu ortadadır..'

*

Evet, bu gibi konularda, mes'eleye durduğumuz veya baktığımız yere göre farklı hükümler verir, farklı neticelere varabiliriz..

Eski Giritlilerin o yaklaşımlarını Hindistan'da ve İslam öncesi İran'da, zerdüştlük dininde değişik şekillerde olduğunu görmek de mümkündür..

Zerdüştler, ölülerini, yerleşim birimlerinin uzağında yüksek direkler veya ağaçlar üzerinde hazırlanmış özel platformlara bırakırlar ve leş kargaları, kartallar, akbabalar yer, onları..

Hindular da, ölülerine elbiselerini giydirip, cenazeyi odun yığınlarının üzerine gaayet saygılı bir şekilde ve bir ibadet anlayışı ile koyarlar, üzerine de herkes kendi ekonomik gücüne göre, kaliteleri farklı yağlarla odunları tutuştururlar ve bunu bir ibadet olarak telakki ederler.. (Hind alt- kıt'asındaki müslüman ulemâ ve halk, cenazelerini yakan hinduların bu davranışını, ibadet anlayışı ile yaptıklarını düşündüklerinden, bu konuyu onları aşağılayacak şekilde değerlendirmekten uzak durmaya özel bir dikkat göstermişlerdir.. Ki, miladî-19. yüzyılda Ebu-l'Âlâ el'Meaarî gibi ulemânın özel hassasiyetinin, bu neticede daha bir etkili olduğu hep hatırlanır..)

Yakılan cesedlerden kalan bir mikdar kül parçasını da küçücük şişelere koyup, üzerine, kime aid olduğunu yazarak, evlerinin en mutenâ köşesinde muhafaza ederler..

Bu yakmaların bizim gibiler için dehşet verici olduğunu söylemeye ayrıca gerek yok.. Ama, zerdüştler veya hindular için de, cesedin toprağa gömülmesi dehşet vericidir..

(Yakılan cesedlerden yayılan yanık kokularının vâdilere sinip, günlerce ağır bir hava oluşturması ise, bir ayrı konu..  Müslüman olan bir Çin'li ile evlenen bir müslüman kız, eşinin Çin'deki şehrinde gördüklerini bana uzun uzun yazmış ve bu arada bu cesed yakma törenlerini bütün dehşetiyle anlatmıştı; ki, oldukça ilginçti..)

*

Bugün Batı/kapitalist-materyalist/ hristiyan dünyasında ise, son yüzyıldır giderek artan bir şekilde, cesedlerin yakılması bir gelenek haline dönüşmektedir..

Bunun için de, krematorium denilen özel cenaze yakma fırınları vardır..

Bu krematorium'larda, gerçekte, hindularda olduğu gibi bir yakmak yerine, yüksek ateşte kavurmaktan söz etmek daha doğru olur..

Çünkü, cenazeler, özel tabutlarda getirilip, 1200 dereceleri bulan yüksek hararet fırınlarına konulmakta ve o yüksek hararette, cesed, 15-20 dakika içinde kor haline gelerek kavrulmakta ve geriye 10-15 gramı geçmiyen bir kül kalmakta ve o da, cenazenin yakınlarına bir şişe içinde verilmektedir..

Bu yakış sırasında, Hindistan'da olduğu gibi bir yanma ve etrafa yayılan bir koku gözlenmemekte, muhkem sûrette kapalı fırınlarda birkaç dakika içinde kavrulan cesedden dışarıya herhangi bir koku vs. yayılması sözkonusu olmamakta.. Yani, hijyenik açıdan çok farklı..

Ve bugün, mezar yerleri ve cenaze törenleri son derece pahalı olduğundan, bu yakmaların çok ucuza mal olduğu da söylenmekte ve meselâ, Almanya'da cenazelerin yüzde 60'ından fazlasının yakıldığı belirtilmekte..

Cenazelerin bu tarz yok edilmesi giderek bir âdet haline geldikçe, bunun  ölüye saygısızlık olarak anlaşılması da o kadar zayıflıyor.. 

Biz müslümanlar ise, bu konuya farklı bakış açısından yaklaştığımızdan, bu duruma genel olarak, dehşetle bakıyoruz..  Keza, yahudiler de cenazelerin yakılmasına itiqaden hoş bakmıyorlarmış.. Onlar da gömülmeyi esas alıyorlar..

İslam, bize, değil insanın, başka canlıların bile, canlı olarak yakılmasını, ateşe atılmasını da yasaklamakta olduğu gibi, insanlar öldüğünde de, onların bedeninin parçalanmamasını, saygısızlık yapılmamasını, telkın etmektedir.. (Elbette, tıbbî gereklerle yapılan müdahaleler ayrı bir konu..

Ki, kendilerini ayrı bir din gibi gösterseler de, kitab olarak Tevrat, Zebur ve İncil metinlerinden oluştuğuna inandıkları Kitab-ı Muqaddes'i ölçü alan ve böylece yahudi-hristiyan inancının ortak noktalarından beslenen Yehova Şahidleri isimli tarikat, organ ve hattâ kan naklini de, itiqaden yanlış bulmaktadırlar.. )

*

Kürtaj konusunda da, oluşmaya başlayan canlı varlık, henüz ruşeym/ cenin/ fetus halindeyken, çeşitli gerekçelerle parçalanarak alınmakta olduğundan, itirazlar bu noktadan yükselmekte değil mi? Gerçi, o konuda, henüz hücre bölünmesiyle başlayan ve acı çekme, hissetme gibi hayatî emarelere sahib olmayan cenin- fetus dönemindeki  bu hücrelerin yok edilmesine karşı çıkmanın kabul edilemezliğini söylemekteler, ama, onlar, hayatın o hücre bölünmeleriyle başladığını anlamazlıktan gelmekte ve hayatın başlangıç noktasına müdahalenin de cinayet olduğu anlayışına yaklaşmamaktalar..

Bu vesileyle, 29 Haziran 1925 günü M. Kemal rejimi tarafından öldürüldükten sonra, cesedleri yok edilen merhûm  Şeyh Saîd ve arkadaşlarının cesedlerinin âqıbeti bilinmediği gibi; yine aynı rejime karşı 1937-38'de cereyan Dersim Ayaklanması sonunda yakalanıp salben öldürülen Seyyid Rızâ ve oğlu ve de arkadaşlarından pek çoğunun cesedlerinin de daha sonra yakıldığı ve geride hiç bir iz bırakılmadığı bilinmektedir.. Kimliği her ne olursa olsun, ölü'lere karşı takınılan bu gibi tavırları saygısızlık olarak öğreten İslam uygulaması dolayısiyle,  bu tarz yakmaların, vicdanlarımızda bir tepki, bir dehşet duygusu geliştirdiği açıktır..

Bazı trafik veya iş kazâlarında veya yangınlarda, insanların parça olması veya alevler içinde kül olması karşısında daha bir dehşet duygusu yaşamamız da, yine bu kültürün etkisinden dolayıdır, muhakkak ki..

*

Bütün bunlardan sonra..

Garaudy, eğer yakınlarının bir oyununa gelmediyse ve yakılmasını vasiyet eden bir belge bıraktıysa ve o belgeyi de, müslüman olduğunu açıkladıktan sonra hazırlamışsa.. (Ki, bütün bu hususlar bizim için henüz kesin değil..)

Evet, geride, kendi hür iradesiyle böyle bir vasiyetnâme bıraktıysa...

En azından, 1400 yıllık İslam tarihinde kimsenin sıcak bakmadığı bir konuda, kendisinin  99 yıllık hayatının ilk 70 senesindeki duygu ve düşüncelerinin oluşmasında etkili olan materyalist kültürün izlerinden kurtulamadığından böyle bir vasiyetnâme bıraktığı kabul edilmeli ve bu durum, kişinin kendi cesedi üzerinde söz sahibi olabilir gibi bir anlayışla hoş karşılanmamalıdır, her halde...

Çünkü, insan cemiyet halinde yaşamak zorunda olan bir varlıktır ve ne kadar ferdiyetçi davranırsa, mensub olduğu cemiyetin değerlerinden de o kadar uzağa düşer.. Kişi, mensubu olduğunu söylediği inanç ve değerler sistemine aldırmayıp, 'Bu, benim ferdî özgürlük alanıma girer, kimse karışamaz..' derse, o zaman, o mensubiyet iddiasının üzerine de kendi eliyle bir kocaman soru işareti kondurmuş olur..

*

Garaudy'nin vefatından hemen sonra, bu sütunlarda ona kısaca değinilmişti.. Halbuki, üzerinde durulması gereken önemli fikirleri ve düşünce mahsulleri de vardı, elbette.. Ancaak, onun bir çok konuda henüz oturmamış bir yeni müslüman kişiliği olduğunu bilenler, biraz temkinli davranmak gerektiğini hissetmiş olabilirler..

Bu da, anlayışla karşılanmalıdır..

Ama, sırf, materyalist ve büyük çapta ateist Batı toplumundan ünlü birisi müslüman olduğunda, bu gibilerin  İslam'la teşerrüf ettiğinden,  şereflendiğinden sözetmek yerine, İslam'a şeref kazandırıldığı zehabına kapılarak yapılan değerlendirmelerdeki yanlış; Garaudy konusunda da  genelde tekrarlanmıştır ve bunun yanlış olup olmadığı üzerinde derinlemesine düşünülmelidir.. Ki, sonradan müslüman olduğu açıklananlara müslümanların gösterdiği ilgi, kardeşlik duygusunun sıcaklığını hissettirmekten çok, adetâ, başka inanç ve kültür sistemleri karşısında yaşanan eziklik duygusuna dayanıyor gibi bir mesaj verdiğinden, değerlendirmeler de farklı vâdilere taşınmakta ve bu da, yeni müslüman olan kişinin müslümanlık öncesindeki şöhretine ve o eski hal ve değerlerine teşekkür borçlu olduğu gibi bir yanlışı da getirebilmektedir.. Nitekim, isimsiz, şöhret sahibi olmayan kişiler, müslüman olduklarında İslam potasında daha rahat eriyip yeniden şekillenebilirlerken; kendilerine gösterilen ilginin ve hattâ en hassas İslamî konularda bile fetva makamında veya ictihad edecek durumda görülüyor olmalarının da sevkıyle, o eski dönemlerindeki gibi her konuda ahkâm kesme alışkanlığını sürdürmek noktasına gelebiliyorlar.. Hattâ, secde etmenin arab geleneklerinden geldiği için, zarurî olmadığına varıncaya kadar.. 

*

Elbette gönül isterdi ki, Garaudy'nin vefatı dolayısiyle, onun tefekkür dünyası üzerinde burada uzun uzun durulsun; müslümanlar olarak ondan alabileceklerimiz üzerinde daha bir düşünülsün..

Yazık ki, Garaudy, vefatından sonra, cesedinin yakılmasına dair bir vasiyetnâmenin ortaya çıkması / çıkarılması ile, kendisinin müslümanlar nezdindeki  hüsn-i zanna dayalı hâtırâsını da büyük çapta ateşe vermiştir.. 

Belki, yeri gelir de, onun bu konu dışındaki uzun bir değerlendirmesini daha sonra yapmak imkanı doğar..