Kazanda Taş Kaynatanlar!

SİNAN ÖN

Ocak başında oturmuş bir ihtiyarca kadın.

"Açız! Açız!" diye feryâd eden çocuklarının,

Karıştırıp duruyorken pişen nevâlesini;

Çıkardı yuttuğu yaşlarda çırpınan sesini:

-Durunda yavrularım, işte şimdicek pişecek...

Fakat ne hâl ise bir türlü pişmiyordu yemek!

Çocukların yeniden başlamıştı nâleleri...

Selamı verdi Ömer, daldı âkıbet içeri.

Selamı aldı kadın pek beşuş bir yüzle.

-Bu yavrular niçin, ey teyze, ağlıyor, söyle?

-Bu gün ikinci gün, aç kaldılar...

-O halde, neden

Biraz yemek komuyorsun?

-Yemek mi? Çömleği sen,

Tirit mi zannediyorsun? İçinde sâde su var

Çakıl taşıyla beraber bütün zaman kaynar!

Ne çare! Belki susarlar, dedim. Ayıplamayın…

“Kenya'da sekiz çocuğunu yemek geleceğine inandırmak için, ocakta taş pişirirken görüntülenen kadın” haberini okuyunca, Merhum Akif’in “Kocakârı İle Ömer” şiiri geldi aklıma…

Bu annenin eylemi medyada yer alınca kendisine birçok yerden yardım gelmeye başlamış. Bu anne ve çocukları Ömer’lerini bulmuş iyi de “taş kaynatan” ancak onlar kadar kısmetli ol(a)mayan milyonlarca insanın Ömer’leri nerede?

Hemen herkesin dilinde bir "dünya sorunları" söylemi var. Bu herkesin üzerinde anlaştığı ve sorun olduğuna kanaat getirdiği olgular neler ve bunları kimler belirliyor? İnsanlığın evrensel değerleri mi yoksa egemenlerin değer sistemleri mi? Örneğin, yoksulluk çağımızda bir dünya problemi mi? Ya da hepimiz yoksulluk denilince aynı şeyi mi anlıyoruz?

Bizleri geçtim, yapılan araştırmalarda da ortak bir anlama ulaşabilmek mümkün değil. Yoksulluğu 1-2 dolardan daha az kazananları içeren "açlık sınırı" ile tanımlayanlar var. Buna göre dünyanın neredeyse yarısı bu konumda ve her gün otuz binden fazla çocuk açlık nedeniyle ölüyor. Başka bir yaklaşımda, "asgari geçim düzeyi endeksi" üzerinden yoksulluk tanımlanıyor. Bir diğeri, yoksulluğun nüfus içindeki dağılımından hareketle "göreli yoksulluk" tanımını yapıyor. Bu tanım, diğer iki tanımın gözardı ettiği çarpıcı bir gerçeği gözler önüne seriyor ve yoksulluğun sadece fakir ülkelerin problemi olmadığını aynı zamanda zengin ülkelerin gelir dağılımındaki adaletsizliği de gösteriyor. Örn; Amerika bu yoksulluğun en fazla olduğu ülke olarak göze çarpıyor.

Dünyanın en yoksul 48 ülkesinin, yani tüm dünya ülkelerinin dörtte birinin, Gayri Safi Milli hasılaları toplamı, dünyanın en zengin 3 kişisinin servetlerinin toplamından az. Dünya nüfusunun en zengin yüzde 20'si tüm dünyadaki mal ve hizmetlerin yüzde 86'sını tüketiyor…

Bu durum birileri için kaçınılmaz ve normal. Bu tipler için savaşlar hiçbir zaman önlenemez çünkü her çağda savaşlar olmuştur. Bunun kaynağı, insan doğasında varolan yıkıcı dürtüler ve iktidar arzusudur. İnsan doğası gereği bencil ve rekabetçi olduğundan, kapitalizm insan doğasına en uygun sistemdir. Bu tür söylemleri “yoksulluğun kaçınılmaz olduğunu savunanlar” da dillendirir. Kaynaklar her zaman kıt, insan arzuları ise sonsuz olduğundan insanlar arası rekabet kaçınılmazdır. Her yarış gibi, kıt kaynakları paylaşma yarışında da gücünü ispat eden yetenekli azınlık kazanıp zengin olacak, geri kalanlar ise yoksulluğa razı olmak zorunda kalacaklardır.

T.Robert Malthus, 18.yy’ın sonlarında geliştirdiği "bilimsel" nüfus kuramında, yoksulluğun kaçınılmaz olduğunu şöyle ispatlıyor; “İnsan nüfusu geometrik (2-4-8-16) olarak, besin kaynakları ise aritmetik (2-4-6-8) olarak artıyor ve bunların arasındaki uçurum giderek açılıyor. Sonuçta yoksulluğu önlemenin iki yolu var. Ya yoksulların daha az üremesini sağlamak ya da kötü yaşam koşulları nedeniyle fazla nüfusun ‘telef olması’nı, hayırsever çabalarla engellememek!”

Bugün ise yoksullara genelde iki türlü yaklaşılıyor. Ya hiçbir ülkenin istemediği ve zor bela göç ettikleri yerlerden alelacele postalanan; suç kaynağı, cahil, çok üreyen baş belaları, kısaca "Çöp İnsanlar!" ya da "kurtarılmaları" gereken "acıma" nesneleri olarak!

Bu “acınası” insanları “kurtarma çabaları” ise bambaşka bir trajedi!  Ayda bir kaç lira hayır kurumuna bağışlayarak vicdanları rahatlatmak bunlardan belki de en masumu. Örn; U2 solisti milyarder Bono Vox, “hayırseverliğinin” göstergesi olarak, 300 milyon dolara işadamlarına ait Forbes dergisinin yüzde 40’nı satın alır. Böylece dergide sık sık yoksullukla ilgili yazıların yayınlanmasını amaçlar. Bu vesile ile zenginlerden bağışlar gelecek ve Afrika’daki açlığı sona erdirecektir. Afrika’daki insanların “peşin yardımı görünce yüzleri gülmüştür” sanırım!

Bu tarzdaki örneklere sıkça rastlıyoruz. Oysa Bono gibi birkaç yüz zengin parasını böyle değil de, örn; Asya’daki çocukların eğitimi için ya da Latin Amerika’daki insanların temiz içme suyu problemine kalıcı çözüm üretmek uğruna harcasa; sanırım dünya sorunlarımızın birçoğu azıcık vicdan, bir tutam iyi niyet ve biraz da paylaşmayı sevenlerin kumbaraya attıkları ile çözülüverecektir, sanırım…

Ancak kapitalizmin en belirgin özelliği olan, bir taşla mümkün olduğunca çok kuş vurmak varken, bu zor gözüküyor. Kocaman şirketler hem hayırsever derneklere bağışladıklarını vergiden düşerek, hem de toplumsal sorunlara duyarlılıklarını ispat edip, iyi bir "imaj" oluşturararak, kendilerini aklamış ve kazançlı çıkmış oluyorlar.

Mesela, belki de dünyanın en kocaman şirketi olan Dünya Bankası'nın web sitesine girdiğinizde, şöyle bir başlıkla karşılaşıyorsunuz; “Dünya Bankası: Yoksulluktan kurtulmuş/özgürleşmiş bir dünya için çalışıyor!”

Yani bir ülkeye IMF koşullarını kabul etmek şartı ile kredi vermek, silah satıp ticareti arttırmak, verimli arazileri 99 yıllığına kiralayıp fabrika kurarak çevreyi kirletmek, ucuz işgücünü sömürmek gibi faaliyetleri yapanlara, yoksul ülkelerin kalkınmasına yardımcı olduklarından dolayı “şeref madalyası” veriliyor. Tepetaklak olmuş bir dünya!

Oysa sorun hiçbir zaman “kaynakların kıt olması” olmadı. Asıl sorunun kapitalizmin doymak bilmeyen arzuları ile “bolluk içinde yokluk yaratma” hüneri olduğunu görmek gerekiyor.

İdeolojiyi kısaca, egemen güçlerin kendi sömürü ve baskılarını örtme yolları şeklinde tanımlarsak; kapitalizm bunu rafine bir şekilde, bilimsellik kisvesi altında, rakamlarla oynayıp, yaldızlı kavramlar kullanarak oldukça hünerli yapıyor.

Bu durumda bize düşen pay ise meşhur “Denizyıldızlarının Hikâyesi”nde yatıyor. Büyük bir fırtınada tüm sahile binlerce denizyıldızı vurur. Fırtına sonrası, adamın biri denizyıldızlarını toplamaya ve denize atmaya başlar. Merak eden bir başkası sorar; “Ne yapıyorsunuz?”  “Denizyıldızlarını denize atmaya çalışıyorum, yoksa hepsi ölcek!” “İyi de binlercesi var sahilde, hepsini kurtaramayacağınıza göre, bunu kurtarmışsınız ne fark eder?” Gülmüş adam ve elindeki denizyıldızını göstererek yanıt verir; “Bunun için fark eder.”   

Doğrudur, gücümüzün sınırları belli. Dünyadaki yoksulluğu ortadan kaldırabilecek bir iddiaya da sahip değiliz. İmkânlarımız tüm ihtiyaç sahiplerine ulaşabilmeye elverişli değil, sanırım bundan sorumlu da değiliz! Ancak en azından etrafımızdaki denizyıldızlarının denize kavuşmasını sağlayabilir, çocuklarını avutmak için “kazanda taş kaynatan” annelerimize nefes olabiliriz. Çünkü kazanda taş kaynatanlar sadece Hz. Ömer zamanına has değil, 2020’nin dünyasında da varlar ve biz bunlardan sorumluyuz…