Kavrayış tarihindeki kırılmaya derkenar

Süleyman Seyfi Öğün

Kavram teriminin kavramak fiilinden türediği apaçıktır. İnsanal eylemeler (praksis) sadece bir eyleme olarak kalmıyor ve kavramlar aracılığıyla anlamanın konusu haline geliyor. Buraya kadar bir sıkıntı yok. Hatta, kavram-eylem bağı itibarıyla; eylemelerinin kavrayışlı eylemelere dönüşmesinden insanoğlunun eylemelerine egemen olmasını bekleyebiliriz. Kavramlar tarihi bir bakıma insanın eylemelerini bir özgürleşim konusu haline getirmeyi; daha saf olarak "özneleşme" iddiasını da ifade eder.

Sıkıntı iki noktada ortaya çıkıyor. İlk olarak "kavrayışlı eylem" iddiası, özellikle modernist kültürde o kadar keskinleşti ve kör bir inanca dönüştü ki, bundan en fazla yine "eylemeler" örselendi. Özellikle, Kıt'a Avrupa'sı modernizminde bu durum çok belirgindir. Bu gelenekte, Homo Sapiens'in rolü alabildiğine abartılmıştır. Bir düstur diliyle ifade edeceksek, "önce düşün sonra yap" demektir bu. Mesela Yapısalcı Antropoloji'nin efsanevi isimlerinden Claude Levi Strauss, "ben önce düşünür, sonra bakarım" diyordu. Bu bakış, elbette ki sağlamalara açıksa, masumdur ve her şeye rağmen metodolojik açıdan bir değer taşır. "Önce düşünür, sonra bakarım"; eğer gördüklerim düşündüklerime uygun değilse "yeniden düşünür, sonra bir defa daha bakarım".

Kavram-eylem ilişkisi, entelektüel daireden çıkıp, mesela siyasallaşmanın ideolojik düzeyine eriştiğinde yukarıda işaret edilen masumiyetini kaybedip, başka tür yorumlara da konu olabiliyor. Mesela bir tür "etkinsizleşmeyle" ve "körlemesine itaatle" sonuçlanabilir. Önce, etkinsizleşmeye bakalım: Kavrayışlı eylem tutkusu, "eylemeye niyetli olduğun şeyi düşünülene uygun değilse yapma" demeyi de ima edebilir. Söz konusu ima, kronik bir ikirciklenmeye; hatta takıntılara dönüşebilir. Bunun da kendi halindeki eylemlerin akışını bozacağı aşikardır.

Körlemesine itaate gelince; bu da modernleşmenin dinamikleriyle birlikte düşünülmesi gereken bir olgu olsa gerekir. Modernleşme, geleneksel dünyalarda karşılığını bulan bilişsel haritaları geçersizleştirdi. Bunun yerine bürokratik yapıları ikame etti. Uyumlu yurttaş olarak vasıflandırılan bir tip yaygınlaştırıldı. Mekanik ilişkiler yaygınlaştı. Bu durumda büyük kitleler sistemik bir yapılar ağı içinde rutin ilişkilere mahkum edildi. Kavrayışlı eylem, belli rutinlerin kavranması ve bunlara körlemesine itaat edilmesi gibi kısır bir sürece indirgendi. Her şeye rağmen modernizmin entelektüel bir iddiası da vardı. Modernist tahayyül, modernizmin kutsadığı geleneklerin baskısından kurtulmuş özgür bireyler tasarlıyordu. "Kendisini başaran insan" (self-made man) idealinin uç verdiği noktadır bu; ve insanın kendi kendisini var etmesi, ya da "yaratması" gibi tanrısal bir iddiayı ifade eder. Hiç kuşkusuz çok az sayıda "kahraman" bunun örneğini verdi. Ama büyük bir çoğunluk bu iddianın altında ezildi, örselendi. Kahramanlarla "sessiz yığınlar" arasında büyük boşluklar oluştu.

Eylemeden kaçınmanın doğurduğu bu boşlukları ise; içine, kavrayış üstünlüğü iddiası ile donanmış ideologların ya da uzmanların yerleştiği tekeller doldurmuştur. Modern hayat karmaşıklaştıkça ve içinden çıkılması güç durumlar yarattıkça, kavrama işi bir yetenek, ustalık gerektiren bir iş haline geldi. Bu vasıflara sahip olduğuna inanan ya da inandırılan "özel ve seçkin" insanlar, "neyin eylemeye uygun, neyin uygun olmadığı" konusunda belirleyici ve yönlendirici olmaya başlamışlardır.

Bununla kalsa iyi; aynı odaklar bir süre sonra sadece tercihleri değil, bütün bir hayatı kavrayışlara uydurma misyonunu kendilerinde görmeye başlamışlar; sadece eylemlere değil, kendi halindeki durumlara da müdahale etme hakkını kendilerinde görmeye başlamışlardır. Bu büyük ölçüde, kavrayışın, bir hali kavramaktan çıkıp, geleceği kavrama iddiası kazanmasıyla alakalıdır. Soyut bir gelecek kavrayışı üzerinden mevcut hallerle sorunlu olmak adeta kaçınılmazdır. Bu sorunlu durum, hallerin yargılayıcı bir yüzeysellikle mahkum edilmesine ve bizzat eylemenin bu yargılamaların takipçisi kılınmasına yol açmıştır. Halleri tasfiyeye ve geleceğe adanmış bir tuhaf ve aşılaşmış bir kavrayış düşüncesidir bu.

Neresinden bakarsak bakalım, kavrayarak yaşamak ideali, sorunlu; sorunlu olduğu kadar da uçucu bir tecrübe olarak kaldı. Şimdiki zamanların dünyasında, kavrayış tekelleri, ideolojik safrasını atmış ve serapa uzmanlarla yüklü bir resim veriyor. Bu, Kıt'a Avrupa'sı geleneklerinin etkisinin azalması ve Anglo-Sakson örüntünün etkisinin artmasını da ifade ediyor. Çünkü, Anglo-Sakson örüntü, kavrayış meselesini Kıt'a Avrupa'sında olduğu gibi keskinleştirmedi. Tecrübî, pratik ve yararcı bir düzeyde tuttu. "Know-how" kadar bir kavrayıştır bu. Bürokratik yapıların yerine yönetsel kolaylıkları koyar. Zihinsel spekülasyonlardan ziyade, yararlı sonuçları apaçık olan beceriler ve hünerlerle ilgilenir. Hiç kuşkusuz ilk örüntüden çok daha sonuç alıcıdır. Daha önemlisi, ilkinden çok daha demokratik bir manzara sunar. Bu gelenekte ne bürokratlar ne de entelektüeller (ideologlar) imtiyazlı bir konum elde edebilirler.

UZMANLIK BİR KAVRAYIŞ BİRİKİMİ MİDİR?

Günümüzde, Anglo-Sakson örüntünün orijinal ve standart ölçüleriyle işlemediğini ve dönüştüğünü görüyoruz. Bir kere en önemli değişim şurada: Kıt'a Avrupa'sı Homo Sapiens'i yüceltti demiştik. Anglo-Sakson örüntü ise Homo Faber'i merkeze koydu. Bugün ise, Arendt'in çok berrak olarak farkına vardığı gibi Homo Faber'in yerini Animal Laboranis aldı. Homo Faber ne de olsa bir kavrayış insanıdır. Ama Animal Laboranis kavrayışı olmayan; sadece yaptığı işe, sonuçlarını tartışmaksızın kilitlenen alabildiğine, alabildiğine başarılı ve yine alabildiğine kavrayışsız bir insan tipidir. Artık sessiz yığınlar kahramanlık gerektiren iddialardan arındı; yılların tekelleri kırılıyor ve birikmiş hınçlar açığa çıkıyor. Kavrayışlı yaşama iddiası, marjinal ve işitende müstehzi ifadelere yol açan bir çağrışımlar yaratan, marjinal; daha beteri normallik dışı bir iddiadır artık. Kavrayış boşluğunu ise duygulanımcılık (sensualism) ve hazcılık (hedonism) dolduruyor. Ama unutmayalım; duygulanımcı ya da hazcı olduğumuz için bu hale gelmiyoruz; kavrayış dünyamız ve iddiamız çöktüğü için öyle oluyoruz.

Bugün entelektüel dünyanın ürünleri bile, duygulanımcılığı ne derecede kışkırttığıyla ölçülüyor. Uzmanlara gelince, burada da tuhaf bir dönüşüm yaşadığımız aşikar. Uzmanlık da çok baskın bir konumda. Her uzmanlık elbette ki bir kavrayış birikimidir. Ama uzmanlık, öncelikle kavrayışı ufaladığı için, bir noktadan sonra kavrayışsızlığın temsilcisi olur. Uzmanlaşma cehaletin göstergesidir hikmeti yabana atılır değil. Ama daha önemlisi, artık korkuların, paniklerin ve hazların cirit attığı duygulanımcılık havuzunda bunlardan herhangi birisiyle eşlenmemiş uzmanlık bulmak her geçen gün biraz daha zorlaşıyor. Nihayet, galiba en beteri de şu: Kavrayış, günlük hayat insanlarının dışında, ötesinde, özel insanların tecrübe ettiği bir şeydi. Oysa duygulanımcılığın başat aktörü bizzat günlük hayatlar süren bizler olduğumuz için, artık sesimizi çıkarmanın tam zamanıdır. Sessiz yığınlar artık konuşacaktır. Eğer uzmanlık duygulanımcılığın odağındaysa, artık herkes uzmandır...

ZAMAN