Kapitalist Hayat ve Folklorik İslam

KENAN ALPAY

Başarılı Olmanın Sırları” üzerine üniversite öğrencilerine bir konferans veren Rahmi Koç “Zenginlik nasıl bir duygu?” sorusu üzerine şöyle cevap veriyordu: “Zengin olunca ölemiyorsunuz da. O kadar iyi bakıyorlar ki, adamı süründürüyorlar.” (Nisan 2004). Enteresandır bu sözün üzerinden bir hafta geçmişti ki Rahmi Koç’tan sonra Türkiye’nin en zengin iş adamı olan Sakıp Sabancı vefat etmişti.

Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç’un ölümü etrafında gerçekleşen tartışmalar esasen hayat-ölüm dengesine dair sadece kapitalist ve seküler çevrelerin değil muhafazakâr-dindar kesimlerde de ciddi bir kavram kargaşası hatta mantık kayması yaşandığını teyid eder nitelikte oldu. Mustafa Koç’un ölümü elbette ki ailesi ve sevenleri açısından sarsıcı olmuştur. Ancak bu ölüme, bu ölüm sonrası müteveffanın anılma ve övülme biçimlerine dair söylenecek sözler olduğunu da unutmamak gerekir.

Koç Ailesine Büyük Gol

Mustafa Koç’un ölümü üzerine babası Rahmi ve kardeşi Ali’nin ilk sözlerinden biri “bize çok büyük bir gol attı.” oluyor. Ölüm ve kendi kalesine atılan büyük gol analojisi derin kederin dile getirilmesinde hayli esprili bir tercih sayılır.

Kalp krizinin ardından getirildiği hastanenin hemen önünde büyük bir panik havası yaşanıyor, telaşe içerisinde koşuşturuluyorken kardeşi Ali’nin merakla bekleşen gazetecilere özetlediği tablo şöyleydi: “Hiçbir sorun yoktu. Çok mutluydu, enerjikti, zayıflıyordu, spor yapıyordu. Demek ki (alnını göstererek) burada ne yazıyorsa o.” Ancak ‘kader’e yapılan vurgu son derece zayıf, silik ve bir varmış bir yokmuş misalini andırıyordu.

Mustafa Koç, son dört ayda 40 kilo vermiş, öncesinde mide küçültme ameliyatı olmuş ve ancak doktor kontrolünde spor yapabiliyordu. Fakat seküler mantık zaviyesinden bakıldığında sanayi ve ekonomi gibi sağlık da öngörülebilir, belirli bir istikrar içerisinde sürdürülebilir sayılıyordu. Bu sebeple Mustafa Koç’un ölümü her şeyden önce ‘zamansız’ olarak niteleniyordu. Öyle ki Koç Topluluğu tarafından verilen taziye ilanlarında en çok da mezkûr ölümün zamansızlığına vurgu yapılıyordu.

Ölümün dahi vaktini, şeklini, modelini belirlemeye kendini muktedir zanneden bu güç, zenginlik ve aklın esasen Allah katında tayin edilen kadere de hükmedebileceği zehabına kapılmış gidiyor.

Seküler hayatı dizayn eden mantık ve dilde ‘inşallah’ın, ‘Allah nasip ederse’nin yeri yurdu bakın şöyle olmuyor. Mesela müteveffa Mustafa Koç kendisiyle yapılan bir röportajda “60 yaşımda emekli olmayı düşünmüyorum.” diyor. Hiç öyle inşallah, kısmetse, Allah müsaade ederse filan yok, yekten merkezinde kendisinin yer aldığı planını ortaya koyuyor: “60’tan sonra da çalışmaya devam edeceğim, Koç Holding’i daha çok büyüteceğim.”.

Mustafa Koç’u, Koç Holding ve TÜSİAD’dan soyutlayıp hayırsever iş adamı, mütevazı bir dost, alçak gönüllü bir zengin, fedakâr bir spor aşığı, eğitim gönüllüsü, sanat sevdalısı gibi tanımlarla kamuoyuna lanse etmek üzere başlatılmış olağanüstü bir seferberlik iklimi yaşıyoruz. Yalan ve iftiraya hiçbir durumda başvurulmaz ama Koç ailesinin sermaye, siyaset, kültür ve toplum üzerinde nasıl bir rol oynadığını kim ne zaman konuşacak? Evet, acı günde yaraları kanatmanın, düşmanlıkları tırmandırmanın faydası değil zararı olur. Ancak bu Mustafa Koç’tan bir melek timsali tasarlamayı veya modern evliya menkıbesi yazmayı da zorunlu kılmaz herhalde.

Güç Saygı Uyandırdı

Emekten ve emekçiden yana, kapitalizme ve burjuva sınıfına karşı söylem geliştiren kimi sol-sosyalist maskeli akademisyen ve aydınların Mustafa Koç’un vefatı sırasında ne söylediğine iyi kulak kesilelim. Emre Kongar gibi Kemalizmin arkaik tiplerinin “uygar, Atatürkçü bir burjuvaydı” nitelemesi komik gelebilir ama gerçeğin önemli bir parçasını temsil etmektedir. Bununla birlikte Nuray Mert gibi ekonomi-politik konusunda gayet rasyonel ve tutarlı kimi akademisyenlerin Koç’un “mizah duygusu ve içtenliği”ne odaklanan anekdotları sermaye sınıfıyla aydınlar sınıfı arasındaki ortak paydaların zannedilenden daha fazla olduğunu ikrar eder. “Mustafa Koç için Davos’ta saygı duruşu” yapılmasına zemin hazırlayan küresel sermayenin net work’ü es geçip mizah duygusunu öne çıkaran ‘haysiyetli insanlar’ her nedense eski arkadaşlarının sefaletiyle tutarlılıklarını ispata çabalıyorlar.    

İslami kesimlerin 28 Şubat sürecini, 27 Nisan sürecini, Gezi olaylarını hiç hatırlamamaya çalışan ruh hallerini de kayıt altına almak icap ediyor. Tofaş’ın teneke arabaları söylemi şimdilerde hoş bir hatıraya dönüştü herhalde. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği üzerinden geliştirdikleri laik-Atatürkçü eğitime sivil destek kampanyalarını ise anlaşılan anmak istemiyor kimse. İlanlarda öne çıkarılan kimliğiyle “Atatürk ve Fenerbahçe sevdalısı” Mustafa Koç’un birkaç iftar programını desteklemesi bile birçok şeyin silinmesine, en azından görmezden gelinmesine vesile kılınabiliyor.

Cenaze namazının Teşvikiye’de değil de Üsküdar’da kılınmış olmasına aşırı anlamlar yüklemek son derece yersizdir. Bütün bir kamuoyunu “tabuta sarılan sancağın sırrı”yla büyülemeye kalkışmak da aynı derecede lüzumsuzdur. Ankara’dan getirilen Seymenlerle birlikte cenaze töreni nerdeyse folklorik bir mizansene dönüştürüldü. Gerçekler ve semboller tamamen farklı yönlere bakıyor, gerçekler sembolleri iyiden iyiye değersizleştiriyor. Oysa cenaze namazını kıldıran İstanbul Müftüsü Rahmi Yaran, önemli bir kısmı camiye girmeden törene katılan kitleye ölüm üzerinden son derece hayati mesajlar veriyordu.

Bu dönemde karşı konulamaz bir teamül haline gelen hayatı kapitalistçe yaşayıp folklorik sembollerle ahirete yolcu edilme yarışı ne kadar büyük bir çelişki ve elem kaynağıdır, bir bilebilseniz.

*

Bu yazı aynı zamanda Yeni Akit gazetesinde de yayınlanmıştır