Kapı ve Eşik

SEZAİ ARICIOĞLU

Müslümanlığımızın, dini algılama/kavrama ve yaşayış gayretimizin her türlü ifsada karşı tavır alış ve buna karşı oluşturacağımız mücadele metodumuzun/hattımızın en genel ifadesiyle tanımı tevhid-adalet ve özgürlük mücadelesidir. Ya da başka bir deyişle uyanmak direnmek ve özgürleşmek çabasıdır.

En başta taşıdığımız afişlerde attığımız sloganlarda dikkati çeken bu stratejik söylemin yaşanılabilir/yaşanılan-sürdürülebilir/sürdürülen-görülebilir/görünen somut elle tutulur ayakları yere basan bir mücadele biçimi olması da yine bunu yerine getirecek sorumluluk sahibi ufku gelişmeye müsait bireylerin/önderlerin gösterecekleri fedakarca tutum ve davranışlara bağlı olduğu unutulmamalıdır. Mazisi yeni olan bu mücadele ile ilgili olarak ise söylenebilecek şey en kaba tabiriyle; uyanış sürecinin devam ettiğidir. Ancak Haksöz Dergisinin Kasım ve Aralık 2009 sayılarında dostumuz Ahmet Örs’ün peşpeşe kaleme aldığı “Halksız Müslümanlık” ve ”Kemalizm Çözülürken” başlıklı yazılar ciddi bir özeleştiri yanında süreci tanıma tanımlama açısından da üzerinde durulmayı, derinlikli düşünmeyi, tartışmayı gerekli kılıyorlar.

İlk olarak “Halksız Müslümanlık” yazısında dostumuz Müslümanların en temel sorunlarından birine Kur’an-ı anlama algılama yorumlama ve yaşama ile ilgili yaşanan sorunlara dikkat çekiyor. Burada Allah’ın kitabının nasıl okunmayacağını vurgulayarak “döne döne hayattan bağımsız okuma” ve “akademik okuma”yı örnek olarak veriyor.

Vahyin Müslümanlara kendileri ile uğraşmayı değil; öğüt kaynağı olmayı, kıssalar ile sosyal şahitliğin gerçekliğini ve egemenlerin kurmuş oldukları zulme dayalı sistemlerini deşifre ettiğini belirterek buna Sabahattin Ali’nin “Sırça Köşk” isimli hikayesinden “sahte düzen” ismini koyuyor.

Sonra Kur’an’ı yorumlama ile ilgili olarak Kur’an’ın yorumunda tersanelerde ekmek parası için can veren işçilerin, Kürt sorununun darbecilere cevap vermenin tanklara karşı durmanın başörtüsü yasağına karşı durmanın bulunması gerektiğini vurgularken “kapalı devre” Müslümanlığın halkı kaybetmekle sonuçlanacağını ve kimseye mutluluk getirmeyeceğini dile getiriyor.

Ancak burada; içinde yaşadığımız toplumun gerçekliği atlanarak, toplumun hoşlandırıldığı ve kabullendirildiği şeyin yani “yeryüzüne inmeyen bir İslam” olgusunun halen var olduğu ve ciddi anlamda bir sığınmacılığın tüm bedeni çepeçevre sardığı atlanmış görünüyor. Vahyin şahitliğini yerine getirmeye çalışan öncülerin sık sık farklı itham ve yaftalamalarla suçlanmaya çalışıldığı bir ortamda “halksız Müslümanlık” tabirinin taşıması muhtemel paradoksal durumu da ayrıca izaha muhtaç olarak görünüyor. Aslında kadim bir tartışma belki de bir açmazın sonucu değil midir bu?

Dostumuz daha sonra zor olanı değil “imkansızı” isteyen cümlelerle yazısını sonlandırıyor. Örnek olarak;

“Halksız Müslümanlık olmaz, halkın her gün azap korkusuyla dünyada ne gibi sonuçlar doğuracağını bilip öğrenmeden tabi olduğunu sandığı din anlayışını besleyen tutumların bilinçli versiyonları terk edilmelidir” ... ”Halkın durumunu düzeltmek onları sahte tanrılardan kurtarmak, Kızıldenizleri onlar işin bilincinde olmasalar da onlar için yarmak Müslümanlığımızın temel sorumluluğudur.” ... ”Halka uzatılan kurtuluş ipini kavrayacağı şekilde halkın eline verme vaktidir” diyor.

Açıkça söylemek gerekirse zannımız; Türkiye’deki Müslümanların yaşadıkları özel bir duruma, bir eşik atlama vaktine işaret etmektedir Ahmet Örs. Yaklaşık bir buçuk asırdır baskı dayatma ve darbelerle sindirilen bir toplumda son otuz beş yılda nüvelenen tevhidi uyanış gerçekliğinin gelmiş olduğu noktayı da çok güzel ifade etmiş oluyor. Bilhassa son on yılda (28 Şubat darbesinden sonra) devam edegelen çözülme aynı zamanda beraberinde ayakta kalabilenleri de ortaya çıkartan bir süreci de yaşattı Müslümanlara. Ahmet Örs’ün dikkat çekmeye çalıştığı bu nokta daha net ifadesiyle İslamcılık ile sağcılık ve milliyetçiliğin tam ve kesin olarak ayrışmasının yaşanması gereken noktadır.

Böyle bir sürecin hemen akabinde yazarın halkı Müslümanlara/Müslümanları da halka şikayet eder gibi göründüğü “çok tartışılmayı gerekli kılan”, “açılım kokan” (bunu olumlu anlamda kullanıyorum) bir yazı kaleme alınması aynı zamanda yaşattığımız mücadelenin gelip dayandığı ve ayrışmayı zorunlu kılan bir durağının da habercisi olmuştur.

Bundan sonra; “Kemalizm Çözülürken” başlıklı yazısını da;

“Hesap soracak tarih birikim ve refleksleriyle Müslümanlar -herkes için adalet- şiarını zalimlere karşı yükselen bir slogan ve yumruk olarak ete kemiğe büründürmelidir” şeklinde sonlandırmasına da şaşmamak gerek.

Eşik atlandı, atlandı… Orada beklemenin bulaşıcı bir durum olduğunu herkes bilir. Zaman da zaten bununla tamamen ayrışma sağcılık ve milliyetçilikten uzaklaşarak sahih ümmetçi bir kimliği kuşanmanın vaktidir.

Kapı sert mi kapanır? Yavaşça mı kapatılır? Bu da uygun zeminlerde tartışılacak “ben yaptım oldu” denmeyecek kadar hayati öneme sahip bir konudur.