Kandırmak üzere

“Eğitilmiş bir toplum” ne demektir? Herhalde okumayı yazmayı öğrenmiş bir toplum demek değildir. “Okuma-yazma” dediğimiz o çok temel beceri olmadan, modern dünyada “eğitim” zaten mümkün bile değil. Ama “eğitimli” olmak, bu temel beceriyi elde ettikten sonra (günümüzün “ileri” dediğimiz toplumlarında, zamanında bu beceriyi kazandırmak için kurulmuş “ilkokul”lara gelmeden önce, çocuklar bunları öğreniyor) insanların sözkonusu beceriyle, ne okuduklarına ve mümkünse, ne yazdıklarına bağlı.

Dün, “anayasa”, “devlet”, “yurttaş” gibi kavramlar çerçevesinde dolaşan bazı şeyler yazmıştım. Türkiye’de “vatan-millet” kavramlarıyla başlayan konularda insanların nasıl davrandıklarına baktığımız zaman, gördüğümüz tavırlar, “doğru-yanlış” ya da “liberal-milliyetçi” gibi sıfatlar uygulamadan önce, düpedüz “bilgisizlik” kategorisine giriyor. Bir toplum ki Anayasa’sında yazılı olan “yurttaşlık” tanımının geçerli olduğuna inanmıyor (ya da zaten onu bilmiyor, hayatında hiç ilgilenmemiş); ama bir gazetesinin bir slogan olarak kullandığı (başka bir ülkeden kopya edilmiş) sözü –bilmese de- benimsiyor, davranışlarını o doğrultuda kuruyor. Sözün gelişi, Anayasa’ya göre, Türk ile Kürt eşit yurttaşlar... Ama galiba bu eşitlik yalnızca Anayasa’da geçerli ve Anayasa’nın o maddesi de ülkede geçerli değil.

Böyle olunca, sorun, yurttaşlarımızın “eğitim”iyle, bir şeyleri bilmesi ya da bilmemesiyle sınırlı bir sorun olmaktan çıkıyor. Herkesin bildiği ve uyguladığı bir şey var, son analizde; ama o şey, Anayasa’da veya onun dışında “resmiyet” düzeyinde yazılı olan şey değil –yazılı olmayan şey. Böyle olduğu için biri çıkıp “Kürt sorunu yoktur; sorun Kürt’ün kendisidir” diyebiliyor. Nedir, Kürt’ün sorun olması? Türk olmaması. Bugün laf diye bunu bulan ya da kasabasında Roman yaşatmayan zihniyet, geçmişte, daha farklı “Türk-olmayan” sorunlarıyla uğraşırken, Mahmut Esat’ın ağzından, “Bu memlekette Türk olmayan da yaşayabilir, ama ancak Türk’ün uşağı olarak yaşayabilir” diyordu. Diyebiliyordu. Bu Mahmut Esat’a Anayasa sorulsa, o tarihlerde daha da “gayrı”-etnik olan Anayasa’yı benimsediğini herhalde söylerdi. Peki, nasıl olabiliyor böyle bir şey?

Bilgisiz mi bu adam veya bu adamlar?

Demin de söyledim: bence “bilgisiz” değil. Tam tersine, hangi bilginin onlar için doğru bilgi olduğunu iyice öğrenmiş adamlar bunlar. Dünyada rezil olmamak için bazı şeyleri söyleyeceksin ve yanında yabancılar olduğu sürece, söylediğine inanıyormuş gibi yapacaksın. Ama “biz bize” kaldığımız anda, “İnsan haklarına inanıyorum” mu demiştin, “Schubert’in piyano müziğini beğeniyorum” mu demiştin, bu mavalları bir yana bırakıp geçek kimliğinle ortaya çıkacaksın. Hattâ, “Nasıl kandırdım kerizleri!” de diyebilirsin.

“Kerizleri kandırmak”... Bu psikolojinin anahtarı galiba burada. “Biz” varız, bir de “biz-olmayan”lar var. “Keriz” dediklerimiz onlar, “biz-olmayan”lar. Ama kör talih ve daha bir yığın haksızlık sonucu, bu “keriz”lerin suyuna gitmek, kendimizi onlara beğendirmek zorundayız. Bunu ille de Lausanne gibi uluslararası sözleşmelerle değil, Anayasa gibi TC dolaşımında belgelerle de yapmak zorundayız, çünkü gitgide globalleşen bir dünyada yaşıyoruz. Onun için Anayasa’nın bir yerine “Türkiye Cumhuriyeti demokratik bir hukuk devletidir” yollu bir cümle yazıyoruz. Ama gerçeklik düzeyinde işimiz olduğunda, “Türkiye Türklerindir”.

Yani, daha başından, “kandırmaca” üstüne kurulmuş bir hayat, bir düzen.

TARAF