“Faşizm konuşma yasağı değil söyleme mecburiyetidir…” Roland Barthes’e ait olan bu meşhur söz otokratik düşünme biçimlerinin mantığını özetliyor. İnsanların istedikleri gibi düşünüp hareket edebilme özgürlüklerinin kısıtlanmasının ötesinde bir duruma işaret eden bu sözle aslında yapmamayı seçerek hür irade ile hareket etme imkânı da ortadan kaldırılmış oluyor.
Belirli bir doktrini takip etmesi istenen insanlar için tapınma objesi olarak kült, modern toplumlarda lider figürleri üzerinden yükseliyor. Türkiye’de lider kültü Mustafa Kemal’in ölümü ile başka bir seviyeye yükseldi. Türk’ün atası olarak Mustafa Kemal Atatürk ölümü ile ölümsüzlüğe ulaşan bir kült haline geldi. Son yıllarda ise bu kült üzerinden yeni bir bağlam inşa ediliyor. Birleştirici ortak değer vurgusu etrafında Mustafa Kemal anlatısı sol-Kemalistler, muhafazakar-milliyetçiler eliyle yeniden efsaneleştiriliyor.
Mustafa Kemal Atatürk’ü sevmek tam da Barthes’in sözünü hatırlatır derecede “yapma mecburiyeti” olarak neşvünema buluyor. Onun kurtarıcı figür olduğunu hakkıyla teslim etmemeniz kabul edilmediği gibi söylemeye de mecbur bırakılıyorsunuz. Bu mecburiyet yumuşak bir geçişi ifade etmiyor. Oluşturulan genel otokratik atmosferin dışına çıkmaya çalıştığınız vakit en iyi ihtimalle susturuluyorsunuz. Bunun ötesinde yasal yaptırımlar ve sosyal dışlanma ile karşılaşmanız da an meselesi.
Müslümanlar açısından meselenin itikadi boyutunu bir yana bırakarak düşünsek dahi yaşanan bu çılgınlığın farkında olmak zorundayız. İstemediğini yapmamayı seçebilme özgürlüğü aslında istediklerini yapabilmekten daha esaslı bir irade hürriyetine tekabül etmekte. Türkiye’de ise istediklerini yapma hürriyetine sahip olan eşik bekçileri geniş kesimlerin istemediklerini yapmama hürriyetini de elinden almak istiyorlar. Aslında bunu uzunca bir süredir de başarıyorlar.
İletişim çalışmalarında bilginin (haberin) elde edilmesi, sunulması ve kitleselleştirilmesi yolunda tabir-i caizse suyun başında duran güç sahipleri için kullanılan eşik bekçisi tabiri Türkiye’de esas iktidarı hepimizin yüzüne haykırıyor. Cari hükümetin uzun süreli iktidarı dahi söz konusu eşik bekçileriyle yaşadığı çatışmayı bir noktadan sonra görece uzlaşıya dönüştürmesi ile bugünlere gelebildi. Bunu kültürel iktidar tartışmaları, iktidar olabilme ama muktedir olamama benzeri argümanlar üzerinden ele almak da mümkün. Sonuç ise beklendiği üzere toplumsal paranoyadan başka bir şey olmadı…
Eşik bekçileri Türkiye’nin Mustafa Kemal Atatürk ile kurduğu ilişkinin mahiyetini önemsemiyorlar. Siyasi iktidarın politik çıkarları için Mustafa Kemal’i yeniden üretmesinin gerçekte onların işine yaradığının ise sonuna kadar farkındalar. Önce toplumu ardından ise iktidarı “söyleme mecburiyetine” tabi tutarak elde ettikleri gücün gelecek neslin düşünce pratiklerini nasıl şekillendireceğini de biliyorlar. Bu yüzden herkesin Mustafa Kemal figürü etrafında bir araya gelmesi onlar için büyük bir kazanım. Bunu da zaten koruma kanunlarıyla inşa edilen bir tartışma olduğu için hoyratça kullanıyorlar…
Gelin birkaç haberle söz konusu hoyratlığı inceleyelim. Birgün ve Nefes’ten alınan haberler 10 Kasım’daki siren seremonisine eşlik eden insanları gösteriyor. “Ulu önder sonsuzluğa yol alışının 87. Yılında törenlerle ve saygı duruşu ile anıldı. Milyonlar kalplerindeki Atatürk sevgisini bir kez daha gösterdi.” “Mustafa Kemal Atatürk hayata vedasının 87’nci yıldönümünde de unutulmadı. Siren seslerinin duyulması ile birlikte yurttaşlar yurt genelinde saygı duruşuna geçti.” Bu spot cümleleri ve Türkiye’nin dört bir yanında aktarılan görseller söz konusu seremoninin “gönüllülük esasına” göre yapıldığını ima ediyor.
Mustafa Kemal’e yönelik olan bağlılığın insanların hür iradesinin ürünü olduğu kabulüyle yaşanan duygu durumu yüceltiliyor. Milyonlar, sevgi, tören, saygı vb. kavramlarla bir “hissiyat birlikteliği” algısı oluşturulmak isteniyor. İşinde gücünde insanların işlerini bırakarak çalan sirenlere eşlik etmeleri gündelik, olağan bir şeymiş gibi gösterilerek lider kültüne duyulan bağlılığın organik olduğu gözümüze bir kez daha sokuluyor.
Gerçekte ise bu yaşananlar delilik nöbetinden başka bir şey değil. Bunu herkes bilmesine rağmen müesses nizamın doğru tanımı etrafında baskı ve zorbalıkla bir kitlesellik oluşturuluyor. Bir toplum kendisine gösterilene boyun eğmediği vakit başına gelecekleri geçmişte yaşananlar sebebiyle hafızasının derinlerinde tüm gerçekliğiyle biliyor çünkü…
Eşik bekçileri ise daha fazlası için hiç durmadan politik argüman üretmeyi sürdürüyorlar. Baskı ve tehditle tesir etmeye çalıştıkları siyaset ve toplum üzerindeki tahakkümlerini artırmanın en önemli yolu söz konusu lider kültü çünkü… Cari hükümetin verdiği tavizler onların gücüne güç katıyor. İktidarın yaptıklarını yetersiz görüp daha fazlasını istiyorlar.
Lider kültü üzerinden insanların zorla bir özneyi sevmesinin ne anlama geldiğini anlamak için Nazi Almanya’sına bakmak yeterli olacaktır. Hitler sevgisi Alman toplumunun göz ardı edilemeyecek bir kesiminin temel motivasyonuyken bir de bu kitleye uyum sağlayan milyonların hüzünlü hikâyesi savaşın bitmesiyle gün yüzüne çıkmıştır. Lidere duyulan sapkın bağlılığın sonucu olarak gerçekleştirilen eylemlerden sonra geriye utanç kalmıştır.
Unsere Mütter, unsere Väter dizisinde savaş başlarken herkesin Nazi olduğu ancak savaşın bitişiyle ortaya çıkan en büyük enkazın kimlik krizi olduğu şu sözlerle izah edilir:
“Mayıs 1945. Dört yıl önce vedalaştık. Savaşın Noel'de biteceğini sanan beş arkadaştık. Şimdi başladığı yerde bitiyor: Berlin'de. Berlin'den geriye ne kaldıysa… Yakında herkes tekrar Alman olacak, tek bir Nazi kalmayacak. Peki, biz kim olacağız?”
Gelecekte Türkiye sirenler, saygı duruşları, törenlerle inşa edilen bu akıl dışı dayatmayı aşabilirse herkes bu günlere bakıp enkazdan geriye ne kaldığı sorusunu kendisine soracak. Verilecek cevabın “huzur dolu” olması için bugünlerde ne yaptığımız çok büyük önem arz ediyor. Bu çılgınlığa dâhil mi olacağız yoksa sesimizi çıkarmayı mı tercih edeceğiz?