İslamın Stratejik Anlamı ya da Kullanımı

GÜNEY UZUN

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadronun stratejisinde Anadolu’nun Müslümanlaştırılması göze çarpmakta. Bunun en bariz örneğini karşılıklı mübadele ve göç sürecinde görürüz. Müslüman olup Türk olmayanlar kabul edilirken Türk olup Müslüman olmayanlar kabul edilmemiştir. Giritli Müslüman Yunanlılar alınırken, Karamanlı Hrisitiyan Türkler Yunanistan’a gönderilmiştir. Osmanlı sonrası kalan topraklarda elinden geldiğince belli ortak paydalarda buluşan bir millet oluşturma stratejisi başarılı da olmuştur. Bu harca en büyük katkıyı İslam sağlarken İslam’ın tonunun değiştiği yerlerde ırk veya soy birliği devreye girmiştir. Türk-Kürt ve Arabı İslam harcı ile birbirine bağlayanlar Alevileri soy birliği ya da ideolojik yakınlıkla kendisine bağlamayı başarmıştır.

 

Resmi ideoloji dine karşı menfi bir tutum sergilerken onun stratejik öneminin her zaman farkında olmuş ve bunu kullanmayı asla ihmal etmemiştir. Dinin devletin gözetim ve denetiminde resmi din anlayışı dikta edilerek halka sunulması jakoben ve otoriter bir anlayışı sergilediği gibi beraberinde devletin dine olan ihtiyacı ve onun sosyal-kültürel değerinin farkındalığını gösterir. Dinin devlet tarafından kullanılması İslam’ın egemenlerin hizmetinde bir din olduğunu göstermediği gibi dini kullanan devletlere de İslami bir renk katmaz. Seksen öncesi muhafazakâr ve sağ kesimlerin sol karşısında dini motiflerle karşı safta konumlandırılması rejimi İslami yapmadığı gibi, 12 Eylül sonrası darbeci Kenan Evren’in meydanlarda ayet okuması rejime “dinci” bir renk katmamıştır.

 

Dinin ya da inançların devlet tarafından kullanılması bu kullanılmanın tek egemenlere has bir şey olduğunu göstermiyor. Özellikle muhalif kesimlerde yer yer dini kendi amaçları doğrultusunda kullanmayı popülist, pragmatist, makyavelist bir yaklaşımla tercih etmişlerdir. Bazı sosyalist örgütlenmelerin Alevi inancını kendileri ile özleştirmeleri gibi, silahlı Kürt hareketi dinin toplumsal gücünü görerek propaganda argümanları içine almayı ihmal etmemiştir. Bu bağlamda bu coğrafyada dinin yok edilemeyen etkisi tüm kesimler tarafından bilinmekte ve kullanılmakta.

 

Bu topraklarda dinin etkin gücü cumhuriyetle fark edilmiş bir şey değil. Aslında II. Abdülhamid ile birlikte devletin bekası için uygulanan İslamcılık düşüncesi etkilerini devam ettiriyor diyebiliriz. Balkanlarda Müslüman olmayan halkların ayrılması ile baş gösteren dağılma süreci karşısında elde kalan yerlerin ortak paydası olan İslam dini yani İslamcılık politikası ile durdurulabileceği sanılmıştı. Aslında dinin cem eden, birleştiren üst kimliği devletin bekası için kullanılmak istenmiştir. Ancak bu politikanın tutmadığı tecrübe ile sabit oldu. Özellikle I. Dünya Savaşı ve sonrası gelişen olaylarda halk tabanında din temelli kardeşliğin, stratejik değerinden daha çok imani–itikadi bir yaklaşımla ele alınıp hayata geçirildiğini gördük. (Hintli Müslümanların yardımları) Bununla beraber İslam’ın stratejik değerinin tersinden ve özellikle de emperyal güçler tarafından kullanıldığına şahit olduk (Arap ayaklanması).  Dinin tek başına bir birleştirici olduğunu söylemek bu durumda yeterli değildir. Özellikle hem din hem de ırk ortak paydası Arapları birleştirmeyi başaramamıştır.

 

Türkiye’de Kürt açılımı konuşulurken İslam’ın stratejik değeri konusu yeniden gündeme geldi. Her daim gündemde tutulan bölünme korkusu karşısında İslam’ın Türk-Kürt kardeşliği bağlamında önemi ve değeri vurgulandı. Eski RP milletvekili Fethullah Erbaş “Kürt halkının İslami kimliğine vurgu yapılarak bu konu kolayca çözülebilir.” derken asıl dikkati çeken yazılara Ahmet Taşgetiren köşesinde yer verdi. Her iki açıklamayı ve özellikle Taşgetiren’in birkaç gün süren konu üzerindeki yazıları okuduğumuzda iyi niyetle söylenen ve ilk bakışta problem yokmuş gibi görünen yazılardı. Fethullah Erbaş’ın aynı kökenden geldiği Başbakan’a karşı bir hatırlatma şeklinde yaptığını düşündüğümüz bu açıklama ile Kürt sorununun bağlamında İslam ve din konularına bir atıfta bulunmuş oldu.

 

Ahmet Taşgetiren, Bugün gazetesinde ordu ve CHP’ye seslenerek İslam’ın bu topraklardaki önemini hatırlatmakta ve sorunun çözümü konusunda İslam’a olan bakışlarını değiştirmeleri gerektiğini söylemekte. Taşgetiren’in yazısından anladığımız en temel söylemi “İslam’ın stratejik değerinin kavranması ve kullanılması” şeklinde özetleyeceğimiz düşüncedir. Tabi burada hatırlatılan taraf egemenler yani ordu, CHP üzerinde oligarşik bürokrasi olmakta.

 

İslam’ın bu topraklardaki önemi ve değeri açıklandıktan sonra bunun bir stratejik anlamı olduğu ve bunun kavranması ve kullanılması önerisi getirilmekte. Bu noktada sormak gerekiyor: Acaba devlet ya da ordu İslam’ın bahsedilen stratejik değerini bilmiyor mu? Ordu dini ya da halkın inançlarını yeri geldiğinde kullanmıyor mu? Laik-Kemalist bir orduya Kürt sorununda İslam’ı kullan demek neye tekabül eder? İslam ladini bir rejimin sorunları çözmek zorunda mıdır? Diyelim ki İslam’ı da kullanarak Kürt sorununu çözdünüz. Hangi devlet çözdü? Kemalist-laik devlet! Peki, sorunun kaynağı kimdi? Yine bu devletti. Sorunlara kaynaklık eden yapının devam etmesi karşısında, sistemin dışında, bağımsız bir muhalif kimlik oluşturma yoluna gidilmemesi yeni sorunlar karşısında hep eklemci, edilgen, konjonktürel, kendine güvenmeyen, bir anlayışı besleyecektir.

 

Osmanlı’da İslamcılık bir devleti kurtarma ya da koruma misyonu çerçevesinde uygulanmış bir politikadır. T.C.’nin kurucularından günümüze kadar da dinin devlet açısından önemi bilinir ve uygulanır olmuştur. Devlet kirli savaşın sürdüğü dönemlerde dini motifleri ve kavramları bölgede “sosyalist-komünist” örgüte karşı kullanmıştır. Laik-Kemalist bir devlete “Şu sorunu çözmek için İslam’ı kullan!” demek en basitinden dine parçacı ve eklemci-edilgen bakmayla alakalı bir durum olabilir. İslam’ı kullanılır bir araç konumuna itecek yaklaşımlar beraberinde var olan rejimin içselleştirilmesi ve kabullenilmesi yanlışını doğurabilir. Dinin inanç bağlamında kardeşliği ve birlikteliği sağlayan üst kimliksel duruşunun yanında birey ve toplum hayatından devlet ve uluslararası ilişkilere kadar birçok alandaki söylem ve uygulamalarının ne olacağı açıkta kalmakta. Orduya ya da devlete Kur’an’daki Müslümanların inanç temelli kardeşliğini ifade eden ayetleri okurken, Kur’an-ı Kerim’deki diğer ayetlerin uygulanmasını da isteyecek miyiz?

 

Kürt sorunu; laik-Kemalist rejimin ulus-devlet olma sürecinde ortaya çıkan bir sorundur. Sorunun bu hale gelmesinde birincil neden devlet ve onun uygulamalarıdır. Kürtlerle birlikte her daim kendisine düşman olarak görülen İslam sorunun, bu hale gelmesinden sorumlu değildir. Sorunun temellerine ve nedenlerine inilerek sorun çözülür. Bununla beraber İslam ya da Müslümanların Kürt sorununun çözümünü istemesi hak ve adalet temelli bir bakış açısıyla sorunu görmekle alakalıdır. Kemalist dayatmalar karşısında hak ve adalet temelli bir çözüm, Müslüman Kürt halkının acılarını dindirmesinin yolunu açacaktır.

 

Dinin birey ve toplum üzerindeki önemi ve gücü ancak onu önce yüreğinde ve aklında kendi ile bütünleştirmiş, kendini Kur’an’ın ayetlerinin hâkim kılınmasına adamış, toplumsal şahitlik görevini yerine getiren, yaratıcısına olan görev ve sorumluklarını yerine getiren, kulluk bilinci ile hareket eden Müslümanlar ve İslami hareketler tarafından doğal sürecinde anlam kazanır. İslami hareketler dışında tüm ideoloji ve siyasi yapılanmaların dinin önemine ve gücüne yaptıkları vurgu ve göndermeler onu kullanma şeklinde tezahür eder. Allah’ın dini hiçbir beşeri gücün kullanımına sunulamaz.