İslami Mücadelenin Yeni Dili

ALİ DEĞİRMENCİ

Yaşadığımız ülkede ve yeryüzünün genelinde olup bitenleri, yeni gelişmeleri, buna bağlı olarak çeşitlenen sorunları, zaafları ve başarıları yeni bakış ve dikkatler eşliğinde, yeni bir dil ve söylem geliştirerek yorumlamak, değerlendirmek, tartışmak gerekiyor kuşkusuz. Bu, bir tercihten, seçimden öte bir görev bizim için, bir sorumluluk.  Zira donuk ve dağınık zihinlerin, ilgisiz ve indirgemeci yaklaşımların, ideallerini ve dinamizmini tamamen yitirmiş yapıların; dönüştürme ve müdahale etme çabasından uzaklaşarak süreç içerisinde çözülmeye, başkalaşmaya, yabancılaşmaya maruz kalacakları aşikârdır.

Hamza Türkmen; yılların birikimi ve tanıklığıyla bu konular, gerçeklikler, gelişmeler üzerinde öteden beri kafa yoran, çıkarımlarda bulunan, yol gösteren bir isim. Hiç durmadan, dinlenmeden, bıkmadan Müslüman dünyanın sorunları hakkında çözümlemeler yapan, bunları istişareye, tartışmaya açan ve aynı zamanda tanıklığı yapılması gereken konularda en önde yer alan bir aktivist, Müslüman bir öncü. Bütün bu çabalarında, Kur’an ve sünnet merkezli bir bilgilenme, bilinçlenme ve tanıklaştırma cehdi ile yeryüzünü, insanlığı, Müslüman coğrafyayı somut vakıalar ve zinde, aktüel bakışlar eşliğinde kavrama ve ıslaha çağırma endişesinin yattığını görmek, gözlemlemek mümkün. Deneyimini, sahip olduğu birikimi sürekli yenilemesi, taze tutması ve yeni bağlantılarla zenginleştirmesi de takdiri fazlasıyla hak ediyor. Üstelik bütün bunları her kuşaktan ve mizaçtan okuyucuya, izleyiciye, tâlibe hitap edebilecek yeni, güçlü, cerbezeli bir dil, canlı bir söz dağarı ile yapması da dikkatlerden kaçmıyor.  Türkmen’in son kitabı olan “İslami Mücadelenin Yeni Dili” de bu tespitlerimizin yeni ve somut bir örneği olarak duruyor karşımızda.

Asım Öz’ün de editör olarak katkıda bulunduğu kitap, üç ana bölümden oluşuyor. Birinci bölümde, Müslüman coğrafyalardaki devrim süreçleri çeşitli yönlerden irdeleniyor.  Bilindiği gibi, 21. yüzyılın son birkaç yılı, adlandırma ve bazı değerlendirme farklılıkları olsa da Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda küresel kapitalizmin işbirlikçisi diktatörlük sistemlerine karşı yaygın ve etkili hareketlenmelere tanık oldu.  Denetlenemez bir hızla gerçekleşen ve kitleselleşme istidadı da gösteren bu hareketliliklerde en belirgin talepler adalet, özgürlük ve onurlu bir yaşam vurgularıyla bütünleşiyordu.  Bu süreçte Müslüman kişi, grup ve yapılar da çok önemli ve istikamet tayin edici bir aktör olarak yer aldılar.  Bu sancılı süreç, zaman zaman karamsarlık ve umut sarkaçları arasında gidip gelse de etkisini hâlâ devam ettiriyor.  

İşte yazar bu ilk bölümde; “üç merhale stratejisi” ekseninde meydanların diline kulak vermeye yöneliyor, sosyal ve siyasal çözümlemeler eşliğinde cahili sistemdeki çorap söküklerine işaret ediyor. Aynı zamanda kazanımları gösterme ve kurulan / kurulmak istenen tuzakları görme konusunda dikkatimizi, bilgi ve bilincimizi, perspektifimizi tazelemiş, bileylemiş oluyor. 

Yerel ve küresel vesayet sistemine karşı özellikle Mısır ve Suriye’deki İslamî uyanış ve direniş hattının derinliklerinde yatan potansiyel gücün, tüm Ortadoğu intifadalarında görüldüğü gibi vahiy temelli bir dönüşüm ve değişim arzusu olduğunu belirtiyor Hamza Türkmen. Bu bölgelerdeki İslamî direniş hattının geleceğinin Tunuslu, Libyalı, Yemenli, Türkiyeli, İranlı vb. Müslümanların geleceğinden bağımsız olmadığını vurguluyor. Yazara göre bu gelecek, Seyyid Kutub’un da işaret ettiği gibi merhaleci bir mücadele hattı doğrultusunda, cahili çağın ve muharref geleneğin değerlerinden ayrışma ve arınma, ümmeti yeniden diriltme ve toplumsal içtihatlarımızı modelleştirme sürecidir.  Fıkıhtaki “zarurât, hâciyyât ve tahsiniyyât”  terimlerini bu eksende yeni bir bakış ve içerikle değerlendiren yazar, aynı zamanda ilk Kur’an neslinin eğitiminde önemli bir yeri olan “tertil” kavramını da bir program, bir davet ve mücadele fıkhı, istişare temelli ve bütüncül bir şahidlik çabası olarak yorumlayarak güncelleştirmiş oluyor.

Bu bölümde, biri 70’lerin sonunda İran Devrimi ve Afganistan cihadı ile dönemin iki süper gücüne karşı yükselen, ikincisi ise 2011 yılının başından bu yana yaşanan ve “Ortadoğu intifadası” olarak özetlenebilecek olan iki uyanış dalgasından söz eden yazar; bugünkü küresel bloklar, İran’ın bugünü ve geleceği, Suriye’nin bugünü ve geleceği gibi konulara da değindikten sonra “Ali Şeriati Nasıl Davranırdı?” başlıklı önemli ve etkili bir yazıya da yer veriyor. İlk bölümün son başlığı “BM’de Filistin Devleti ve Küresel Direnç” başlığını taşıyor.

Kitabın “Küresel Cendereyi Aşmak” başlıklı ikinci bölümünde, öncelikle, Türkiye gerçekliği üzerinde durulduğunu ve “Kemalizm”in çeşitli yönlerden çözümleme ve eleştirisinin yapıldığını görüyoruz.  Cumhuriyet Mitingleri ve Gezi Parkı Eylemleri de hem genel eğilim ve bağlantılar hem de güncel değiniler ekseninde ele alınıyor. Ardından ayrıntılı bir “liberalizm” değerlendirmesi geliyor. Tarihçesi, öncelikleri, tutarlılık sorunu ve ahlakı yönünden irdelenen liberalizm olgusu ve pratiği, Müslümanların konumu ve tavır alışları cihetinden de sorgulamaya tabi tutuluyor.  Bu bölümün sonunda “Batının Hâkimiyetinden Kurtulmak” başlıklı harika bir yazı ile geçtiğimiz yıl İslamcılık Sempozyumu bağlamında da gündeme gelen “Seyyid Kutup ve İslamcılık Yergileri” başlıklı yine çok önemli, mutlaka okunması gereken bir yazıya yer veriliyor.

Üçüncü ve son bölüm “Statüko ile Darbe Arasında Özgürlük Arayışı” ana başlığını taşıyor.  Bu bölümde yer alan yazıların ilkinde Taksim Gezi Parkı Ayaklanması ve Mısır Temerrüd Hareketi karşılaştırılıp değerlendiriliyor. İkinci yazıda, Müslüman coğrafyada üç potansiyel bölge olarak adlandırılan İran, Türkiye ve Mısır üzerine görüşler karşımıza çıkıyor. Üçüncü ve son yazıda Mısır’daki darbenin ve darbe sonra direnişin çözümlendiğini görüyoruz. Kitap “Barışçıl Direniş ya da Sabır ve Cihad” başlıklı bir yazı ile bitiyor. Bu yazıdaki “3 Temmuz 2013 Mısır Askerî Darbesi’nden hemen sonra İhvân-ı Müslimin’in lideri / mürşidi Muhammed Bediî, “Barışçıl Direniş” çağrısı yaptı. Islah geleneğinin derinliğinden beslenen bu istişare temelli formül, günübirlik bir heyecan değildi; belki önceden görülmüş istişareye dayalı bir kararın ürünüydü. … Küresel kapitalizm tarafından askeri, kültürel ve ekonomik alanda kuşatıldığımız modern cahili şartlarda yaşıyoruz. Küresel kapitalizmin ifsadına karşı kendimizi savunmaktan öte, kendimizi savunurken toplu şahitliği ve vahyin tebliğini önceleme imkânı belki ilk defa böylesine kitlesel olarak Bediî’nin “Barışçıl Direniş” çağrısıyla gerçekleşiyordu. Bu çağrı, düşünüp de gerçekleştirme imkânı bulamadığımız stratejik tasarımlarımıza ümit katıyordu; adanmışlığı kuşanarak, terle ve kanla kazanılmış bir şühedalığa adım atıyordu.” vurgusu ile “Ayrıca ümmeti diriltmek için çare olarak görülen silahlı mücadele de, zemini oluşmamış bir ‘küresel cihad’ hayali de insanlarımızı sünnetullahtan kopuk bir romantizme sürüklemektedir. Silahlı mücadele son Suriye direnişinde olduğu gibi, barışçıl diyalog ve direniş imkânlarının tükenmesinden sonra var kalabilme şartları içinde son çare olarak başvurulan ‘kıtal’ anlamında bir zaruret hâlidir. Ve ‘kıtal’in de mütevatir örnekliği ve meşru ölçüleri gözetilmelidir.” tespitini biz de bir kez daha gündeme getirmiş, altını çizmiş olalım.

Vahyin hayat veren nefesinden uzak kalmanın yarattığı sorunlara ve insanlık hâllerine, tertil fıkhı çerçevesinde, artık yaşanmış birikimler ve hayata geçirilmiş anlayışlar, örneklikler eşliğinde yeniden bakma imkânına sahip olduğumuzu vurguluyor “İslami Mücadelenin Yeni Dili”.  

Bir yönüyle kendi coğrafyamızda yaşananların ve Ortadoğu intifadasının nabzını tutmaya çalışıyor, bir yönüyle de küresel vesayet sistemine vahyin şahitliği bağlamında geniş bir perspektiften bakıyor Hamza Türkmen. İslamî düşüncenin, direnişin, uyanışın dünü, bugünü ve geleceği üzerine işlek ve öğretici analizler yapıyor. Müslümanları fıtrî özgürlüklerine iletecek, Kur’an ümmetini ihya edecek ve İslamî yönetimi modelleştirecek çabaların ancak toplumsal planda alttan gelen bilinçli ve istişare temelli bir dalgayla mümkün olabileceğini dile getiriyor.

Diriliğini, duygusal canlılığını, oluşturduğu heyecanı yitirmeden ve fakat aynı zamanda sloganlara ve şabloncu yaklaşımlara esir olmadan, vakıayı boşlamadan, somut ve güncel gerçeklere gözünü yummadan yapıyor değerlendirmelerini. Çözümlemeleri, tespitleri, önerileri ile okunmayı, tartışılmayı ve yeni gelişmeler çerçevesinde gündemleştirilmeyi de fazlasıyla hak ediyor elbette.