İslamcılığın tasnifi ve İslami yorumun yenilenmesi -I-

HAMZA TÜRKMEN

İslam’ın ameli boyutuyla irtibatlı olan “İslamcılık” kavramı, müminlerin kimliğini ve Kur’an’da gösterilen özelliklerini yeterince ifade edebilir mi? Bu konu tartışmalıdır ve halen de müzakere edilmektedir.

Kur’an’da İslam’ı veya müslümanların hakimiyetine tabi olmayı önceleyenlere “müslim” denilirken; bu değerleri içselleştirerek tanıklaştırmaya çalışan inananlara da “mü’min” denilmektedir. Bazılarına göre İslamcılık, İslam’a saygı ve bağlılık içinde olan Müslimlerin dini duyarlılığını ifade ederken; bazılarına göre İslam’ın siyasal yorumunu önceleyen ideolojik bir tutum; bazılarına göre de mü’minliğin üst derecelerini ifade eden “sıddık, şüheda, salih, muttaki, muflihun” kavramları gibi İslam’ı itikadi, ibadi, sosyal, siyasi, idari, ekonomik bütün alanlarda bir dünya görüşü olarak kabul edip bu doğrultuda bilgi ve amel sahibi olma keyfiyetinin tanımıdır.

Ulusal ve küresel egemenler ise İslamcılığı, modernizme ve Batılı yaşam tarzına karşı itiraz bilincini veya duygusunu yaşatan müslümanların tutumunu ifade etmek için kullanmaktalar ve bunun da müslümanların karşıtları karşısında ürettikleri tepkisel bir tanım olduğunu ifade etmektedirler. Oysa vahyi ve fıtri ölçülerle donanabilmek için her türlü cahiliye ve tuğyandan arınma tavrının veya “Lâ” beyanının öncelikli olduğunu bize kelime-i tevhid misakımız öğretir.

Kur’ani literatüre lafzî bir bağlılıkla yeni kavramlar kullanmaya karşı olanlar yanında;  İslami kesim içinde büyümüş ama kimliksel çözülme veya yabancılaşma yaşayan bazı kişi ve çevreler ise, İslami kavramları kullanma hassasiyetinden çok ulusal ve küresel sistemdeki ekonomik ve siyasi ilişkilerinde aktivist müslüman algısından kurtularak daha rahat ve esnek davranabilmek için bu ifadeden uzak durmaya veya bu olguyu yok saymaya çalışmaktadırlar.

Şüphesiz ki İslamcılıkla ilgili tavır ve anlayışların tutarlı özeleştirileri önemlidir. Müslümanlar için duasız, istişaresiz ve şûrâya yönelmeyen bir hayat düşünülemez. Her dua ve şûrâ eylemi, özeleştiri ahlâkını da içinde barındırır. Ancak özeleştiri Allah rızası için ve takva ölçüleri içinde yapıldığında önemli açılımlar temin eder. İslamcılıkla veya İslami oluşumlarla ilgili özeleştirilerde verimli bir sonuca gidebilmek için, “donanım ve içtihadlar açısından bir yenilenme, billurlaşma ve dayatan şartları aşma azminin mi güçlendiği; yoksa mazeretçiliğin, kimlik bulanıklığının ve yabancılaşmanın mı beslendiği” sorusu önemlidir.

“Buhranlarımız” adlı kitabındaki tespitlerine göre Said Halim Paşa, “İslamlaşmak”tan bahseder ve bu hedefin çeşitli şekillerde ele almaya müsait olduğunu belirterek tabiri tanımlamaya çalışır. Ona göre İslamlaşmak, “İslamiyet’in inanç, ahlâk, yaşayış ve siyasete ait esaslarının tam olarak uygulanması” demektir.[1] Bu bağlamda İslamlaşmak, “ıslah” kavramı ve sorumluluğu içinde değerlendirilecek bir olgudur. Islah, kimlikteki ve yapıdaki bozulmayı yeniden fıtratla ve vahiyle buluşturmak çabası yani köklü değişim veya yeniden diriliş demektir.

İslamcılık tabirinin, Said Halim Paşa’nın İslamlaşmak tanımına paralel bir şekilde kullanıldığı da olmuştur.

İslamcılık bazı kere İttihad-ı Terakki Teşkilatı politikalarında olduğu gibi İslami potansiyeli statüko adına kullanma çıkarcılığı ekseninde ele alınmıştır.

İslamcılık, aynı zamanda emperyalist güçlerin İslami hareket ve oluşumları karalama ifadesi olarak da gündeme getirilmiştir.

Ama İslamcılık kavramının, olumlu veya olumsuz her kullanımında, mutlaka İslam’la ve müslümanların aktiviteleriyle irtibatı kurulmuştur. Bu açıdan sosyolojik bir tanımlama olan “İslami hareket” terkibine benzemektedir.

Cemaleddin Afgani, 1870’lerin başında ümmet ve Osmanlı devlet ricali nezdinde nasıl ki “İttihad-ı İslam” fikrini müslümanlar açısından zamanın maslahatına uygun bir proje olarak gündemleştirmiş, daha sonra bu proje saltanatın çıkarları için daraltılarak kullanılmış; ve Batılı siyasiler ve oryantalistler tarafından da kendileri için engel taşıyan bir ifade olarak “Pan-İslamizm”  şeklinde nitelendirilmişse; müslüman öncülerin oluşturduğu “ihya ve ıslah çabaları”nın heyecanı da gerek Türkçü kadrolar tarafından gerek Batılı sosyal bilimciler tarafından daha sonra “İslamcılık” olarak nitelendirilmiş ve İslamcılık tabiri Osmanlı’da bir tarz-ı siyaset olarak kullanılmıştır.

İslami faaliyetleri ifade etmek için kullanılan İslamcılık terimi “İslami haraket” terkibi gibi benimseyerek kullanacağımız bir kavram olabilmesi için, içeriksel tanımlanmasının tutarlı olması gerekir. Zira İslamcılık, sadece İslami duyarlılık değildir. Muhalif İslamcı vardır, iktidardaki İslamcı vardır; monarşiyi savunan İslamcılar yanında Şii veya Selefi İslamcılar da vardır. Ayrıca ümmetçi İslamcı yanında demokrat İslamcıya da milliyetçi İslamcıya da rastlayabiliyoruz.

Kur’an merkezli ihya ve ıslah çizgisinden bakacak olursak, İslamcılığın bu çeşitliliği bir zenginlik değildir. İslamcılık kavramını kullanmak isteyenlerin bu tabirle ilgili olarak yapacakları tanımlama, İslam’ın nasıl algılandığını da ortaya koymaktadır. Eğer farklı İslamcılık kullanımları, farklı İslam algılarından kaynaklanıyorsa, o zaman müslüman düşünürlerin ve ekollerin klasik ve çağdaş tasniflerine bakarak karar vermemiz gerekecektir. En önemli klasik tasnif, fıkıh ekolü ile sezgici ekoller, daha sonraları da taklitçi ve mezhepçi ekoller ile ıslahatçı ekol arasında ya da hattabiler ile veya ahbârîler ile usuliler arasında söz konusu olmuştur. Emevi ve Abbasi dönemlerinde görülen kimi bâtıni, felsefi, dehri ve ruhçu akımlar ise gulat cereyanlardı. Çağdaşlık söylemi çerçevesinde söyleyecek olursak o zaman ki “modernist eğilim”i ifade ediyorlardı.

Günümüz şartlarında kendilerini İslam’la irtibatlandıran anlayış ve akımları üç başlık altında değerlendirmek mümkündür:

a) Gelenekçi çizgi: “Gelenekçilik”, “gelenek”ten farklı olarak Rabbimiz katından iletilmiş olan vahyin belirleyiciliği ve Muhammed Aleyhisselam’in Sünneti ve hakemliğinden çok, büyük oranda müslüman bilginlerin tarih içinde ortaya koydukları kültür ve yorumlarının vazgeçilmez kılınmasıdır. Yoruma dayanan mezhep veya ekol değil, mezhepçilik diyebileceğimiz bu tutum taklitçidir. Ama İslami sabitelere yönelik bağları samimidir; ümmetçidirler ve emperyalizme karşıdırlar.

b) Modernist çizgi: Rabbimiz katından iletilmiş olan vahyî bilgi ve hükümleri ve Resulullah’ın (s) zamanı aşkın sünnetini modern çağın gereklerine uydurmaya çalışır. Akılcı, bilimci, tarihselci veya intihalcidir. Çoğu kez emperyalizmle uzlaşır. Büyük oranda ulusçudur.

c) Islahatçı çizgi: Hayatı, gaybı ve müslümanların kültürünü Kur’an’ın muhkem ölçülerine ve aslı Kur’an’da olan Resulullah’ın zamanı aşkın Sünnet’ine göre değerlendirir; nass temelinde açımlanan ıslah, ihya ve içtihad çabalarını önemser. Sorgulayıcıdır. Emperyalizme karşıdır. Ümmet bilincini güçlendirmeye, direnişi örgütlemeye çalışır.

Çağımızın son yarım yüzyılında görünürlük kazanan bu üç önemli eğilimin İslamcılık anlayışları da, tabii ki öze ilişkin köklü farklılıklar taşımaktadır. Bu eğilimler arasında kimliksel geçişlerden kurtulamayan eklektik meyiller de vardır.

Bu akımlardan direniş, ıslah, tebliğ ve inşa çabalarıyla öne çıkan ve ümmet dirliğimizi kaybetmeye başladığımız ve uluslaşma süreçlerini yaşadığımız son asırlardan bu yana, yeniden zihinsel ve yapısal varoluş çabalarını diriltmeye çalışan, zulüm ve vesayete karşı direniş, İslami tanıklık, ıslah ve adalet mücadelesini yükselten nitelikli bir birikimimiz oluştu.  Olumlu karşılayacağımız İslami mücadele hattı veya İslamcılık tanımı da ancak bu oluşumun taşıdığı ve devraldığı telakkiler çerçevesinde yapılmalıdır. Günümüz İslami hareketlerine veya oluşumlarına ivme kazandıran, kimliklerini İslami zindelik ve duruluğa ulaştırmaya çalışan bu tevhid, adalet ve inşa çizgisi olmuştur.

İslam’ın yorumlanma biçimlerine göre ayrışan gelenekçi, modernist ve ıslahçı eğilimli akımlar arasında bazı irtibatlar olduğu kadar, ciddi tartışma ve mücadeleler de söz konusu olmuştur ve olmaktadır. İslami duyarlılık ortak paydasından bakıldığında en önemli irtibat ise emperyalizme karşı tavır sahibi olmak konusunda ıslahatçı ve gelenekçi kesimlerin benzer kaygıları çerçevesinde kurulabilmektedir.

İslamcılık, Kur’an’ın amaçlarından ve ıslah çabalarından ayrıştırıldığında, ortaya dünyevi bir politik çizgi ve tepkisel bir ideoloji çıkar. O zaman vahyî ölçülere tâbi olmayan bir İslamcılığı “modern dünyanın bir ürünü” olarak takdim etmek veya pragmatik stratejilerde “modernleştirici bir misyon” olarak “Ardeşir Vasiyetnamesi” mantığı ile kullanmak da mümkündür. Bu nedenle İslamcılık tanımı yapan kişilerin hangi zeminde durdukları, üst kimliklerinin ve hedeflerinin ne olduğu önemlidir.

Türkiye Kültür İkliminde

Üç İslamcılık

Ulus inşası sürecinde oluşan Türkiye’de ve müslim olan Türkiye halklarının ortak kültüründe İslamcılık son yüzyılın tarihsel süreci içinde üç farklı İslamcılık formuyla gündeme gelmiştir.

1. Osmanlı İslamcılığı: Özellikle uluslaşma sürecinin taşıyıcısı İttihad-ı Terakki Teşkilatı tarafından müslüman kitlelerin desteğini almak için gündeme getirilmiştir. En önemli düşünürleri ve savunucuları Namık Kemal, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu gibi pragmatizmin elinden tutan tipler olmuştur. Öncülükleri Sırat-ı Mustakim, Sebülürreşad dergilerindeki yazılarıyla da gündeme gelen Mehmet Akif, Eşref Edip, Ahmed Naim gibi iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaki insanın ıslahatçı çizgiyi kavratma ve Urvetu’l Vuska akımının tezlerini Osmanlı aydınlarına kazandırma çabalarından farklı olarak Osmanlı İslamcılığının en belirgin vasfı, Osmanlı veya Türk ulusçuluğudur.

2. Türkiye İslamcılığı: Osmanlı İslamcılığının başarısızlığından sonra yerini Türkçülük akımı doldurmuştur. Türkiye İslamcılığı ise, ulusal ve laik resmi ideolojiye karşı, Osmanlı bakiyesi din anlayışını ve çözülmüş yığınların dini telakki ve ibadetlerini sürdürebilmek için çok kısa süren ve yaygınlaşamayan fiili bir mücadele gayretinden sonra içine kapanmayı; çok partili sisteme geçerken de, karşıtına sığınarak var olmaya çalışan çaresiz bir tavrı ifade eder. 1945’ten sonra çok partili sisteme geçerken çaresizliği aşmak için karşıtına sığınma yolunun önü açılmış ve bu uzlaşma, İslami kesimin Osmanlı’dan devraldığı dar, taklitçi ve gelenekçi kimliğine bir de sağcılık, ulusalcılık ve devletçilik kirliliklerini eklemiştir. Bu dönemde İslami kimliği yeterince sahih ölçülerle şekillenmese de sosyal ve siyasi alanda İslami duyarlılık gösteren herkes İslamcılık ithamına maruz kalmıştır. Bu dönemin İslamcılığını Tarık Zafer Tunaya, resmi idieoloji penceresinden yazdığı “İslamcılık Cereyanı” adlı kitabıyla[2] irdelemeye ve tanımlayıp tanıtmaya çalışmıştır. Bu tarz tanımlamalar bazı kez dönemin İslami kesimi tarafından içselleştirilmiştir. Türkiye İslamcılığının İslami duyarlılık ve Şeriat özlemi dışında en belirgin vasfı sağcılık, milliyetçilik, Türkiyecilik ve devletçilik olmuştur.

Zaten küresel kapitalizmin İslami hareketleri “Ilımlı İslam”a razı etmeye çalışması gibi resmi ideoloji de çaresiz bir şekilde karşıtına sığınarak var kalmaya çalışan Türkiye İslamcılığına da “Anadolu irfanı” söylemiyle batini kaynaklar oluşturmaya çalışmıştır. AK Parti’nin muhafazakârlık anlayışı da büyük ölçüde bu zemine dayanmaktadır. Türkiye İslamcılığı, süreç içinde kurgusal Türk ulus motifini, kendi İslam anlayışı ile sentezlemiştir.

3. Tevhidi Uyanış Süreci / Ümmetçi İslamcılık: İslam âlemindeki ıslah ve tecdid çalışmalarının bir devamı olarak taşınan ve geliştirilen evrensel İslami birikim ve kazanımların, özellikle 1960’lı 1970’li yıllar itibariyle Türkçe’ye aktarılmasıyla, Türkiye’de İslami duyarlılık ve tahkik merakı olgun iradeli ve basiretli müslümanlar arasında ciddi bir soruşturma ve araştırma çabası başlatmıştır. Konumunu, kimliğini ve İslam algısını Kur’an ve Sünnet’le irtibatlandırarak yeniden tanımlamak şeklinde tezahür eden bu çabalar, Türkiye’de nass temelli bir tevhidi uyanış sürecini canlandırmıştır. 1970’li yıllarda başlayan ve kamusal alanda hissedilmeye başlayan nass temelli İslami uyanış süreci gelenekçi ve millici tutumdan ayrışamayan Türkiye İslamcılığından da bir kopuşu ifade ediyordu. Bu süreçle birlikte kırıcı tartışmalar içinde mezhepçi ve hurafeci anlayışlardan uzaklaşılmaya; İslami kesimin kimliğine bulaşmış olan sağcı, ulusalcı ve devletçi marazlardan, eklektik algı ve pratiklerden arınılmaya başlanmıştı.

Tevhidi uyanış süreciyle birlikte taklitçi din anlayışından uzaklaşılıp Kur’an ve Sünnet temelli ölçülere yönelinmiş olunuyor, Kemalist resmi ideolojiye karşı da direnişçi bir duruş önemseniyordu. Bu süreçte Türkiye’deki toplumsal muhalefetin inisiyatifi, bu süreçle bütünleşen genç kuşak Müslümanlarca üstlenildi; 1985-1995 yılları arasında üniversitelerde, kültür-edebiyat ve yayın hayatında üstünlük sağlanmaya başlandı. Türkiye’deki İslami bilinçlenmeyi ifade eden bu sürece önceleri İslami hareket denildi. Sonraları sistemin ve gelenekçi kesimin/Türkiye İslamcılığının dışarıdan yakıştırmalarıyla bu süreç reformist, Vahhabi, mezhepsiz, İrancı, siyasal İslamcı, modernist, radikal, fundamentalist ve en sonunda da İslamcı nitelemeleriyle tanıtılmaya çalışıldı. Kemalist sistem açısından da, gelenekçi ve modernist eğilim açısından da Türkiye’deki tevhidi uyanış sürecini dışlamanın ortak ithamı “kökü dışarıda” ifadesi olarak gündemleşmişti. Bu ithamın dayandığı en önemli saik ise millilik/ulusalcılık asabiyesiydi. Kemalist devlet tarafından da Türkiye İslamcıları veya gelenekçi milli dindar elitler tarafından da artık İslami kimliğin netliğine yönelen bu ümmetçi uyanış veya “İslamcılık”, “kökü dışardalık” eteketiyle itham edilmeye başlandı.

Tevhidi uyanışın nitel kazanımları gelenekçi kesimden birçok kişi ve çevreyi çizgisine çekti. Ancak Türkiye İslamcılığının olumsuzluklarından yeterince kopamayanlar, İslam’ı anlama usulü konusunda yeterli ve tutarlı bir seviye kat edemeyenler veya resmi ideolojinin kimliksel kirlerinden hicret edemeyenler müslüman gençler ve tedebbür edebilecek insanlarımız üzerinde söz haklarını kaybetmeye başladıkça zaaflı kimliklerinde kemikleştiler. Ya da tevhidi uyanış sürecinin sağladığı sahih kazanımları kimliksel olarak bulandıran “Yeni İslamcılık” ya da “Lekum dinikum veliyedin” ayetini[3] unutturmaya çalışan bir inhirafla “Post-İslamcılık”[4] tanımlarına kalkıştılar.

Dünya istikbârı ve sol veya sağ eğilimli küresel kapitalizmin analizcileri, “İslamcı” derken, emperyalist dünya sisteminin genel ve yerel yapılarına karşı çıkan, müslümanları dayanışmaya teşvik eden ve çağdaş sorunları vahyî ölçülerle fıkhedip cevaplamaya çalışan hareketleri kastetmektedirler. Bu algı ile tezyif edilenler İslamcılığın veya bilinçli müslümanların ulaştıkları evrensel boyutları ve bu boyutun 1970’li yılların ortalarından sonra Türkiye’deki tevhidi uyanış süreciyle örtüşmesidir. Türkiye’deki tevhidi uyanış sürecine, ödünç bir tanımlamayla “İslamcılık” desek bile bu kullanımın Osmanlı İslamcılığı ve Türkiye İslamcılığından farklı bir kimliği, duruşu ve usuli İslam algısını temsil ettiğini ifade etmeliyiz. Çünkü tevhidi bilinçlenme sürecini ifade eden İslamcılık tanımı dışındaki diğer İslamcılık algı ve tanımları milliyetçilik, devletçilik ve muhafazakârlıkla iç içe geçmiş bir kimlik bulanıklığını ifade ederler.

Tevhidi uyanış süreci, aslında kökü asırlar öncesine uzanan vahiyle arınma ve yeniden inşa çabalarının devamıydı. Kur’an’dan sünnetullah kapsamında öğrendiğimiz tarih algımız toplumsal iradeye dayanan inişli ve çıkışlı bir eksende yürür. Mü’minler için tarih tasavvuru sürekli ilerleyen bir fatalizm değil, toplumların imtihan süreçlerini ifade eder. Hakkedersek yükseliriz, nimetten uzaklaşırsak kaybederiz. Yaşayan şehidliği üstlenebilmek, sıddıklar ve salihlerden olmak, sabikun olmaya yönelmek ve bu yönelimin refiki olabilmek asıl olandır. Asıl olan iktidar olmak değil hakka yönelen ve onunla adalet yapan dar ölçekli veya geniş bir ümmet olabilmektir. Şûrâ temelli bu istikamet İslam’ın yaşayan gücü olarak ifade edilebilir. Bilgi ve amelde böyle bir ümmet diriliğine dayanmayan bütün iktidarlar isterse sultan halifeler olsun, isterse İslam devleti ilan edilsin, isterse İran gibi ulusal bir İslam Cumhuriyeti olsun temel zemini oluşmamış dolayısıyla depreme mukavemetsiz binalar anlamına gelir. Ya da Müslümanlara ait olduğu ifade edilen böyle bir iktidar algısının fiziki varlığı “kulluk sistemi” ile, şeriattan ve şûrâ’dan uzaklaşan bir sosyo-kültürel ve sosyo-siyasal formda devam ediyor demektir.

İslami istikamet ya da şahidlik ve takva temelli bir “İslamcılık”, kaybettiğimizde de kazanç süreçlerimizde de vahyi ölçülerden, adaletten ve İslami tanıklıktan vazgeçmemek dirayetidir. Böyle bir dirayeti de ancak Yaratıcımızdan iletilen “mutlak ilim” ifade eden Kur’an merkezli perspektifle, onun en güzel uygulama örnekliğini oluşturan sahih Sünneti asıl edinmekle ve tutarlı bir usulu’d-din anlayışına sahip olmakla elde edebiliriz.

Daha büyük zulümlerden ve sömürgeci vesayetlerden kurtulmak veya arınmak için tarihte de günümüzde de bazı yapılara ve aktörlere geçici olarak destek vermek söz konusu olmuştur ve zaman zaman da olmaktadır. Çünkü Mümtehine Sûresi’nde belirtildiği üzere Allah-u Teâlâ Bizimle din hususunda savaşmayan ve bizi yurtlarımızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmemizi ve kendilerine adaletli davranmamızı yasaklamaz”[5] hitabıyla yön göstermektedir.

Tabii ki İslami kimlikli birisi olarak bağımsız İslami kimliğini öne çıkaran, her türlü cahiliyeye karşı direnen ve vahiyle bilinçlenen, hayatın ve somut gerçeklerin hizasında durarak nefsinde ve çevresinde düşünsel ve sosyal inkılâba yönelen bir adanmışlığı ve tanıklığı hedeflemeliyiz. Ancak 1970’li yılların ikinci yarısından sonra belirginleşen İslami uyanış sürecimizin oluşum ve birikimleri yeniydi; tecrübî kazanımları henüz yoktu. Bu süreci üstlenen insanlar, edindikleri parça doğruları bütünleştirecek yeterli bir zamana sahip olamamışlardı. Egemen sistemi ve desiselerini gereğince tanımıyorlardı ve sınanmamışlardı. Yani önlerinde aşılacak daha birçok sarp yokuş bulunuyordu. Tevhidi uyanış süreci; aslında tüm ıslah önderlerinin önerdiği gibi, vahyî temelde bir zihniyet inkılâbını ve bu vahyî inkılâba tanıklık yapan müminlerle yeniden Kur’an ümmetini oluşturma projesini gündemleştirmeliydi. İslam iktidarı veya devleti ise ümmetin örgütlenmiş hali idi. Tevhidi uyanış sürecinin bu konuda Kur’an’dan öğrendiği ve ıslah hareketinin sürekli gündemde tuttuğu vurgu Ra’d Suresi’nin 11. ayeti idi. Yani Allah’ın gaybi yardımına müstahak olmayan bir toplumsal dönüşüm olamazdı. Varlığımızı ve kazanımlarımızı korumak için emperyalizme ve istikbara karşı direnmek ise; ancak böyle bir projenin ön koşullarından birisiydi.

Batılı paradigmanın kuşatmasına direnmek, hem ibadi bir görev hem İslami duyarlılığı yaşatmaktı. Kapitalist tüketim kültürüne, ulusal kimlik dayatmalarına, modernitenin doktrinel saldırılarına, dijital çağın Yaratıcı telakkisini hesaba katmayan teknik ve bilimsel ayartmalarına, saptırılmış İslami telakkilere ve ritüellere, işgal ve yağma düzenlerine karşı direnmeyle yaşatılan ve yaşatılacak olan İslami duyarlılık, tevhidi bilinçlenmenin en önemli zeminidir. Ama ıslah, ihya ve inşa süreçlerinden geçmeyen, bu süreci diri tutamayan ve sosyal tanıklığını vahiyle ve Resulullah’ın (s) ahlâkıyla ve hikmetli örnekliğiyle biçimlendirmeyen direnişler veya siyasi açılımlar, dünya insanlığına alternatif ve sahih bir model sergilemek veya cevap üretmek konusunda zorlanmakta ve üzücü sonuç ve sıkıntılarla karşılaşmaktadırlar.

Umran Dergisi, 2022 Şubat Sayısı


1-Said Halim Paşa, Buhranlarımız, İz Yay.,  sf. 49. 

 2- Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Cereyanı

3-Kafirun, 109/6.

4-    Güler,

5-Mümtehine, 60/8.