‘İslâmcı’ olan ve olmayan ‘müslümanlar’ mı?

SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL

 secakirgil@yahoo.com

Denilir ki, marksist ideolojinin temel kitabı sayılan ünlü ‘Das Kapital’  isimli eseri üzerine Viyana’da tertiblenen akademik bir toplantıya, Karl Marx  da İngiltere’den gizlice katılmış, sıradan bir dinleyici gibi.. Toplantıyı birkaç gün izledikten sonra söz almış ve ‘Burada marksizm üzerine yapılan tuhaf değerlendirmeleri dinledikten sonra diyorum ki, ben marxist değilim..’

Ve sonra da kimliğini açıklamış:

-Adım, Karl Marx!

*

Benzer bir anekdot da ünlü felsefeci Martin Heideger için anlatılır:

Munih Üni.’de Heideger’in felsefesi üzerine bir sempozyum düzenlenir..

Toplantıya Heideger de uzaklardan, güneybatı Almanya’daki Schwabe bölgesinden, Freiburg’dan, bir ‘schwäb’ (şveb) köylüsü kılığında katılır ve kendi felsefesi anlatıldıkça, zaman zaman başını sallar.. Onu tanıyan diğer akademisyenler de onun olduğu yerde konuşmayı gereksiz görürler.. Sonunda, sempozyuma katılan ve Heideger’i şahsen tanımayan bir akademisyen, arkadaşlarına: ‘Ağır bir konu olduğu için, galiba sıkıcı oldu.. Herkes tepkisiz olarak  dinledi.. Bir kişi hariç.. O da bir köylü idi.. Sanırım, anlamadan başını sallayıp duruyordu..’  der.. 

*

Bir de kendi dünyamızdan, müslüman coğrafyalarından bir ilginç anekdot:

İran’da İslam İnqılabı olduktan sonraki ilk yıllar..

Bir sistem temelden çökertilmişti, ama, yeni bir düzen kurulması, Şah rejimini devirmekten daha çetindi ve çok ağır iç buhranlar yaşanacaktı..

Artık, Şahlık düzeni güçlerinin geri dönmesi kolay gözükmüyordu. Ama, ülkeyi yönetmek ve sosyal hayatı tanzim için, ‘Ben de varım!’  iddiası taşıyan her dünya görüşü, cereyan ve ideolojinin bağlısı sosyal plana çıkmaya çalışıyordu.

Uzuuun yıllardır, utopya veya ideal olarak kendi dünya görüşlerini sosyal planda etkili ve düzenleyici güç olduğuna inanan ve bunun için gereken hayatiyeti haiz oldukları iddiasını taşıyanların devreye girmek için uygun bir fırsat beklemeleri de tabiî idi..

Nitekim, ilk yıllar, Kürdistan’da, Azerbaycan’da, Belûcistan’da, Türkmen Sahrası’nda, (halkının ekseriyetini arabların oluşturduğu) Khuzistan’da, İran’ın bölünmesine bile varacak derece, aylarca süren kanlı ayaklanma ve isyan teşebbüsleri yaşandı ve bunlar çetin mücadelelerle bertaraf edildi..

Bu çetin savaşların toplumun geleceğinin nasıl yönetilmesi gerektiği üzerinde de etkisi oluyordu, haliyle.. Kimileri, toplumu tek tip, ‘kurşun asker’lerden oluşan radikal bir yapıya döndürmek gerektiğini düşünüyordu.. Bazıları ise, silaha başvurmayan herkesin, ülkenin geleceği, salâhı ve hayrı için düşüncelerini açıklaması ve bunun için gerekli teşkilatların ortaya çıkmasına izin verilmesi gerektiğini düşünüyordu..

(Şimdilerde,  Rehberlik Makamı’nı gözetlemekle vazifeli olan Faqihler Meclisi- Meclis-i Khubregân’ın başkanı olan ve de İslam İnqılabı’nın başından beri hep geri planda dursa da, sistematik düşünen beyinlerden birisi olarak kabul edilen) Âyetullah Muhammed Rızâ Mehdevî-Kenî’nin  birkaç ay önce verdiği bir mülâkatta, ilk kez ve çok net olarak belirttiğine göre, o dönemde İslam İnqılabı Hareketi’nin karizmatik lideri İmam Khomeynî ise, kendisinin ve diğer ulemânın direkt olarak hükûmette yer almayıp, yol gösterici, gözetleyici, ikaz edici bir konumda kalmasını düşünüyordu.. Amma, İmam bizzat idarenin başında olmazsa, duruma hâkim olmakta büyük zorluklarla karşı karşıya geleceklerini düşünenler, İmam’a, hükûmetin başına geçmesi için ısrarlı çağrılar yaparlar.. İmam ise, ‘Biz hükûmet etmek için gelmedik..’ diye bu çağrılara olumlu yaklaşmaz. Ama, sonunda ve kontrolün tamamen elden çıkmaması için yönetimin başına geçmeyi kabul etmek zorunda kalır..

O günlerde, bir siyasî eğilimin önde gelenleri İmam Khomeynî ile görüşmek isterler.. Ama, onların İmam’a yaklaşmasını istemeyen çevresindekiler, engel olmak isterler.. Haber İmam’a ulaştırılınca.. İmam onların kendisiyle görüşmesini niçin engellemek istediklerini sorar..

(İnqılab’ın ilk yıllarında, 10 yıl kadar Yargı Gücü’nün başkanlığını yapan Âyetullah Abdulkerîm Musevî Erdebilî’nin Tahran’daki bir Cuma namazı hutbesinde 20 küsur yıl öncelerde anlattığına göre) çevresindekilerle İmam arasında özetle şöyle bir konuşma geçer:

-Onların benimle görüşmesini niçin istemiyorsunuz?

-Efendim, onlar İslâm’a karşılar..

-Hayır.. Onlar İslâm’a değil, sizin İslam’dan anladığınız mânâya karşılar..

-Efendim, onlar ayrıca İslâm İnqılabı’na da karşılar..

-Hayır.. Onlar İslâm İnqılabı’na karşı değiller, sizin İslâm İnqılabı’ndan anladığınız mânâya karşılar..

-Efendim, onlar sizi de sevmezler..

-Beni sevmek meğer, ne zamandır  vâcibât-ı şer’iyye (şer’î gereklilik)’den  sayılmaya başlandı?

*

Son günlerde İslâmcılık üzerine yapılan yoğun tartışmalara değinmek isteyince, konunun daha iyi anlaşılması için bu anekdotların aktarılmasında fayda umuldu..

*

Her müslüman, inancının bütün zaman ve mekânlara hâkim olması arzu ve idealini taşıdığına göre..

Evet, günlerdir, ‘İslâmcılık’  terimi etrafında bir tartışmadır gidiyor, ehl-i kalem ve sahib-i nazar  müslümanlar arasında.. Hattâ, müslüman olmayan bazılarının da tartışmaya katıldığı gözleniyor..

Bu tartışmalara bakarak, bazıları herhalde, ‘Eğer İslâmcılık bu ise, ben İslâmcı değilim..’ demek noktasına gelir; ya da, başkaları tarafından ‘İslâmcı’ olarak nitelenmiyebilir. Bazıları da, herhalde, ‘İslam’dan, müslüman olmaktan, İslâmcı sayılmaktan anlaşılan mânâ nedir?’  diye sormaktan kendini alamaz..

Böylesine bir konuya, bu kadar yoğun ve birbirine aykırı boyutlarda yapılan tartışmalar içinde teferruatıyla değinmenin fazla bir faydası olmasa gerek.. İlginç olan şu ki, bu yolda ortaya konulan görüşler arasındaki farklılaşmalardan ayrı olarak ve hattâ kişilerin bizzat yazdıkları arasında bile tezadlar ve çelişkiler bulunabiliyor.. Buna bir de, hemen herkesin kendi imalâtı olan terimlere ağırlık vererek, başkalarını da o çerçevede düşünmeye ilzam etmek isteyici tavrını eklersek, tablo daha bir girift hale gelebilir.. Çünkü, insanlar genelde kelimelerle anlaşır. Kelimelerle anlaşmaya çalışırken de, bazı kelimelere, herkes kendi verdiği özel mânâlar çerçevesi içinde bir terim ağırlığı vererek yaklaşırsa, herkesin kendisine göre bir kurtarılmış fikrî alan oluşturması da kaçınılmaz olur ve o zaman da konunun anlaşılması daha bir muğlaklaşır..

*

Nitekim, bugün yapılmakta olan tartışmalara bakınca, müslüman kimlikleriyle bilinen kimselerin, bazı konulara nasıl bu kadar zıdd noktalardan bakabildiğine de hayret edilebilir.. Elbette, unutulmamalı ki, herkes kendi bakış açısına göre, doğru olduğuna inandığını söylüyordur.. İnanmadıklarını, sırf, ortalık şenlensin diye söyleyenler de devreye girer mi, girmez mi; o da ayrı bir konu.. İleri sürülen görüşlerde doğrular kadar, yanlışların da olması tabiîdir.. Bunda da şaşılacak bir durum yok..

‘Ümmetin ihtilafında hayır vardır..’  şeklinde gelen rivayet, herhalde,  müslümanların birbiriyle boğazlaşması mânasında değil; farklı görüşlerin ortaya çıkması ve bir konunun böylece daha iyi anlaşılması mânâsındadır..

Esasen, mezhebler de bu yaklaşım ve değerlendirme farklılığından kaynaklanmıyor mu? Facia, tarihimizde, farklı görüşlerin ortaya konulmasından değil, bu farklılıkların düşmanlık vesilesi yapılmasından gelmiş ve yazık ki, bu farklı anlayışlar asırlar boyunca, nice müslüman taifeleri, grupları birbirleriyle devamlı bir zıddiyet ve savaş haline bile sürüklemiştir..

Halbuki, inanç konuları, kalblere ve beyinlere zorla yerleştirilemez..

Elbette mes’eleleri anlamak mânâsında tartışmak denilirse, tamam..

Ama, inançla ilgili konular, mantıkî tartışmalarla halledilemez.. Kişi, belli bir inanca, kendi hür iradesiyle ve kalben doğruluğuna inanarak bağlanırsa, ona, aksi istikamette en güçlü belge ve argumanları da gösterseniz, sonuç kolayca değişmeyecektir.

Doğru tavır, herhalde, ‘Ben doğruluğuna inandıklarımı nasıl sonuna kadar savunuyorsam, başkasının da kendi doğruluğuna inandıklarını aynı şekilde savunm hakkı olmasını kabullenirim..’  şeklindeki bir çerçeve içinde olmalıdır..

*

Ama, bu gibi tartışmalardaki handikap, bu söylenenlerin herbirinin -bazılarınca- İslâm’ın kendisi sanılmasında.. Ve bu sahada kaleme sarılanlar o kadar çok ki, herbirisinin neredeyse ayrı bir tablo sunduğu bir garabet ortaya çıkıyor..

Halbuki İslâm, evet, tektir ama, onun yansıması veya algılanması pek çoktur.. Şöyle hesab edelim ki, bir okyanustan herkes kendi akıl ve duygu kepçesinin alabildiğince su alır ve herkesin kepçesinin büyüklüğü farklı olabilir.. Ama, tehlike, o kepçeyle alınan suyun, okyanusun tamamı zannedilmesidir..

Halbuki, herkes kendi haddini bilse ve, ‘okyanus benim kepçemdekinden ibarettir..’ havasında bir iddia ile ortaya çıkmasa, konunun anlaşılması herhalde, daha kolaylaşacaktır..

*

İslam ne zamandan beri varsa, İslâmcılık da onunla yaşıttır..

Bu durum, bu son tartışma konusu için de geçerlidir..

Bu konunun ana hatlarıyla birkaç noktasına kısaca değinmek gerekiyor..

İlk değinilmesi gereken husus, İslamcılık kavramının, gerçekten de son 150-200 yılın ürünü olup olmadığı noktasıdır..

Hem, İslâm inancının cihanşumûl, bütün zaman ve mekanlara ve de bütün insanlara hitab ettiğini söyleyip, ‘İslamcılığın da, bu genel çerçeve içinde, bu inancın bütün zaman ve mekanlara ulaştırılması ve tabiatiyle hâkim kılınmaya çalışılması idealini esas aldığını ve her müslümanın kaçınılmaz olarak ‘İslâmcı’ da olacağını dile getirip, sonra da konuyu sadece son 150-200 yılın ürünü olarak ele almaya kalkışmak, kendi içinde bir çelişki taşır..

Her müslüman potansiyel olarak, İslâmî bir dünya kurmak idealine veya öyle bir dünyayı istemek ve özlemek duygusuna sahib olmak durumundadır. Olup olamadığı, olabildiyse, ne kadar olabildiği ayrı bir konu.. Yöntemlerde ve anlayış ve kavrayışlarda farklılıklar olsa bile...

Bu açıdan bakıldığında, hattâ sadece Resul-i Ekrem (S)’le başlayan son dönem değil, bütün insanlık tarihinin büyük önderleri olan enbiyaullah’ın / ilahî peygamberlerin herbirisi de Allah’ın dinini, bütün zaman ve mekanlarda, bütün insanlara ulaştırmak, tebliğ ve onun hâkim olması için cehdetmek, çaba harcamak açısından, İslamî hareketin bayrakdarlarıdırlar..

Elbette, onların herbirisinin içinde bulunulan zaman, mekan ve şartlara göre, yöntemleri farklı olabilir ama, taşıdıkları mesaj da, ‘Lailaheillallah’ın, Allah’dan başka bir ilah’ın olmadığı mânâsının özünü teşkil eden ve insanın Allah’dan gayri hiç bir güç önünde eğilmemesini,  hiç kimseye, hiç bir güce köle olmamasını içeren bir özgürlük manifestosudur. 

*

Osmanlı ne idealdir; ne de tek örnek ve olgu olarak alınabilir.

Ve bir diğer konu da, İslâm’ın bütün zaman ve mekanlara hitab ettiğini ve İslamcılığı da bu çerçevede ele alıp, sonra da konuyu müslüman coğrafyalarının tamamından soyutlamak ve sadece Osmanlı coğrafyası ve toplumunu esas almak ne kadar sağlıklı olur? Çünkü İslam ve tarihi, Osmanlı’nın tarihiyle de, coğrafyasıyla da sınırlı değildir. Böyle olunca da, İslamcılık konusundaki bir fikrî tartışmada, hem İslam’ın cihanşumûllüğünden söz edip, hem de sadece Osmanlı ve bugünkü Türkiye’nin tarihini içine alan son 150-200 yıllık dönemin ele alınmasının ne kadar sağlıklı olduğu üzerinde durulmalıdır.

Ayrıca, Osmanlı’da İslamcı hedeflerin, sözü edilen son dönemde başladığını söylemenin sağlıklı olup olmadığı üzerinde de durulmalıdır. Çünkü, o İslamî hedefler hep vardı, yerküre üzerinde tek bir müslüman kalsa da, hep olacaktır.

Ama, artık Osmanlı zayıfladıkça ve dış etkenler devreye girdikçe,  müslümanlar yönetimde etkisiz hale geldikçe, ve Sanayi Devriminin gözalıcı ürünleri ile Avrupa’daki bazı güçlü ülkelerin sosyal hayatı daha bir yaldızlı hâle geldikçe ve  yeni icadların ürünleri pazarları istilâ etttikçe.. Ve ticaret için gidiş-gelişler ve Avrupa ülkelerine talebe gönderme proğramları arttıkça.. Başka cereyanların tepki olarak ortaya çıkmaya başlaması, kaçınılmazdı..

Ziyâ Paşa’nın o zamanki anlayışı iğneliyici şekilde, bir acı ironi ile mısralarına yansıtması, boşuna değildir:

’Mösyö, pardon’ diyerek eylersen feth-i kelâm, (söze başlarsan)

Denilir her sözüne aynı keramet gibidir.’

Londra, Paris, Berlin ve Viyana’yı görmek,

Kâbetullah ile Aqsâ’yı görmek gibidir..’

Osmanlı toplumunda kendilerini münevver/ aydın diye niteleyen okur-yazar  veya varlıklı kesimler bu hâlet-i ruhiye içinde ve de Saray- Ulemâ ve Askeriyye  üçgeni de daha bir tefessüh ederken, çare olarak düşünülen yöntemlerden birisi, ‘Anâsır-ı Osmaniyye’cilik’ cereyanı idi.

Çeşitli dinlerin mensublarından, kavimlerden, ırklardan, çok farklı anâsır (unsurlar)’dan oluşan bir Osmanlı Vatandaşlığı  idealinin oluşturulması suretiyle, bünyedeki zaafların giderilebileceği sanılıyordu..

Ama, Duvel-i Muazzama (Büyük Devletler) denilen ve özellikle Sanayi Devrimi’nin kazanımlarıyla daha bir güçlenen Fransa, İngiltere, Almanya ve Rusya gibi Avrupa devletlerinin Osmanlı’nın sosyal düzenini de etkileme çabaları ortaya başka bir cereyan daha çıkaracaktı: Garbçılık/ Batıcılık..

Avrupaî hayatın gözalıcı gelişmeleri ve buluşlarıyla birlikte, Avrupaî hayat tarzı da başta Osmanlı payitahtının/ başkentinin (bugün Beyoğlu denilen) Pera mıntıkasında köprübaşı oluşturduktan sonra, Selanik, İzmir, Sofya, Beyrut İskenderiye ve hattâ Trabzon ve Batum gibi, dış dünyaya açılan şehirlerinde ayrı bir hayat tarzını genelleştirmeye başlıyordu..

Bu merkezlerde yaşayan ve halktan tamamen kopmaya ve halkın değerlerine, inançlarına daha bir tepeden bakmaya başlayan Garb hayranlığı/  mustagriblik/ Batı çarpılmışlığı akımının genel yaklaşımını da, yine Ziyâ Paşa ne kadar çarpıcı şekilde izah eder:

Müslüman halk ise, bu duruma şaşkın, çaresiz olarak bakıyordu.. Çünkü, başında Khalife-i Rûy-i Zemin (Bütün Yeryüzünün Halifesi) sıfatını da taşıyan Padişah ve onun etrafında Şeyhulislam’lar ve Bâb-ı Meşihât ve kocaman kocaman Paşa’lar vardı.. Onlar varken, halk kitlerine söz söylemek mi düşerdi.. Kaldı ki, onlar olabildiğince cahil bırakılmışlardı, yoksuldular.. Cebheden cebheye koşturulmanın sonucu,  yorgundular ve itaatkârlığı esas alan bir anlayışla iyice etkisiz hâle getirilmişlerdi.. Onlar, o düzende, vazife ve fonksiyonlarının askere gitmek, vergi vermek ve itaat etmekten ibaret olduğuna inandırılmışlardı..

Tabiatiyle, liberalizm cereyanının Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ (laissez faire, laissez-passer)  şeklindeki formülü, Osmanlı ülkesini de, Osmanlı okur-yazar kesiminin zihinlerini de işgal ediyor ve liberalizmin bayrakdarı olan Adam Smith’in adı da artık ‘Adam Smith hazretleri buyurdu ki..’  gibi cümle kalıplarıyla anılır hale geliyordu.. Bu da, durumun hangi noktaya geldiğinin bir acı göstergesidir..

İslam imiş devlete pâ-bend-i terakkî, (ilerlemekte ayak bağı) Evvel yoğidi, işbu rivayet yeni çıktı..

İşte o dönemde, okur-yazar kesiminden, tefekkür ve irfan sahibi bir avuç ehl-i insaf,  bu ‘Anâsır-ı Osmaniyye’  ve ‘Garblılaşma / Muasırlaşma, Teceddüd, Batıcılık’ cereyanlarına karşı, halkın müslüman olmaktan kaynaklanan imanî hassasiyet ve ideallerini dile getirmişler ve ileri sürülen o görüşlerin ‘İttihad-ı İslâmiyye / İslam Birliği/ Müslümanların Birliği’ görüşüne aykırı bir durum oluşturacağını dile getirmişler, o nazariyelere karşı çıkmaya çalışmışlardır..

Yani, İslamcılık cereyanı ortaya yeni çıkıyor değil; İslam’a ve müslümanların inanç ve zihin dünyasına kıyısından köşesinden karşı çıkmaya çalışanlara karşşı, asırlardır varolan inanç, düşünce ve duygu dünyasının sahiblenilmesi sözkonusu idi..  Bu çabaların, ne kadar etkili olduğu, nasıl bir yöntem takib ettikleri, veya kendi aralarında ne kadar birlikte hareket ettikleri  ve tefrikalardan uzak durup duramadıkları, yeterli olup olamadıkları, konuya bugünden bakınca, farklı değerlendirip, hayıflandırıcı tabloların varlığından sözedilebilir..

Ama, müslümanlardan bir grup olarak, o yeni  cereyanlara  ve dayatma cereyanlara karşı bir direniş sergileniyordu.. Ki, bu direnişlerin genel adı, İslam’dan başka çözüm yolları arayanlarca, ‘irtica / gericilik’ olarak isimlendirilecek ve müslüman kitleler üzerinde aşağılayıcı baskılar kurularak, kendi görüşlerinin yolunu açmaya ağırlık verdikleri görülecekti..

Müslüman kitlelerini sindirilmesi yönündeki sosyal cereyanlar, hele de İttihad ve Terakkî Cemiyeti’nin sosyo-politik plana çıkıp iktidara gelmesi ve hele de 1909’da meydana gelen 31 Mart  komplosundan sonra, daha bir güçlendi.. Bugünkü kemalist-laik cereyanlarının temellerini o dönemde aramak gerekir..

O batıcı ve laik cereyanlar, müslüman halkın ve inançlarının tabiî neticesi olan İslâmî ideallerin üzerinden bir buldozer gibi geçmekte bir gevşeklik göstermemiştir. 

Sonrası mâlum..

625 yıllık Osmanlı Devleti’ni, bir ‘devlet-i ebed müddet’ (ebedî olarak varolacak olan devlet) olarak kutsayarak baştâcı eden müslüman halk, arka arkaya gelen nice savaşların arkasından gelen Birinci Dünya Savaşı’nda da ağır bedelleri ödeyen taraf olarak, vargücüyle çalışmıştır, ama, sonunda, kutsadığı o devletin dağıldığını görmek faciasıyla da karşılaşmıştır..

Müslüman halkın yaşadığı ağır sosyal travmanın olumsuz sonuç ve yansımaları da kaçınılmazdı..

Bu, bütün müslümanlar üzerinde korkunç bir sosyal travma etki yapmış ve asla sonu gelmez sanılan 6 asırlık Osmanlı Devleti’nin dağılması sonrasında, tam bir ruhî hezimet duygusu içinde, artık Âhirzaman’ın, dünyanın sonunun geldiği gibi karamsar düşüncelere, Deccâl’ın zuhûru beklentisine kapılmıştı..

Sadece Anadolu müslümanları değil, hemen bütün dünya müslümanları da, Osmanlı’nın dağılışını ve müslüman coğrafyaların parça parça edilişini ve her parçanın üzerine, emperyalistlerin emellerine hizmet edecek liderlerin veya rejimlerin oturtulmasını, Moğol İstilası’sından sonra yaşanan en büyük musîbetlerden birisi olarak değerlendirmişlerdi..

Öyle bir durumda, müslüman bir halkın direnme gücünün yıpranacağı, ruhî perişanlıkların hangi merhalelere ulaşacağı ve inancın korunması adına bazen bir sosyal refleks halinde verilen tepkilerin de sağlıksız olabileceği ortadadır..Bir takım savrulmaların yaşanması da kaçınılmazdı, elbedde.. Nitekim, 1908’lerin, II. Meşrutiyet yıllarının en ateşli ‘İslâmcı’larından sayılan Muhammed Şemseddin’in, 40 sene sonra, İslam tarihi profesörü Şemseddin Günaltay adıyla laik Cumhuriyet’in başbakanlığına getirilmesi ve kısa başbakanlığı sırasında,  ‘devletin siyasî, içtimaî, hukukî, ticari ve kültürel temellerinin kısmen de olsa, İslamî temellere dayandırılması yönünde görüşlerini açıklayanlara ağır cezalar verilmesini’ hüküm altına alan ve yarım asır boyunca müslümanlara kan kusturan TCK. 163. maddesinin sâdır olunması da onun marifeti olarak gerçekleşecektir..    

*

Ama, Moğol İstilası’ndan sonra, İslam Milleti, nasıl ki, küllerinden yeniden doğduysa; bu musibetlerden, felaketlerden sonra da, yeniden ayağa kalkacaktı.. Çünkü, İslâm’a ebedîlik va’dedilmiştir..

*

Gönül ister ki, müslümanların kendi varlıklarını korumaları ve o inancın gereği olan ulvî ideallerin gerçekleşmesi ve inançlarını bütün insanlığa tebliğ ve ulaştırma çabalarını dünya çapında ilmî yöntemlerle organize etsinler.. Ama, bu olmadığı zaman da, müslümanlar İslâmî idealleri uğrunda küçük çaplı da olsa, hiç bir çabadan geri durmamalıdırlar ve durmamaktadırlar da..  İslam adına yapılan bütün ihlâslı, samimî hareketlerin meyvelerini az veya çok vereceğine ve hiç bir hayırlı emeğin zâyi olmayacağına olan inanç, bu çabaları daha geliştirmektedir..

Bazılarımızın hoşumuza gitmese bile, bizim gibi düşünmeyen başka  cereyanların, ferd veya toplulukların İslam adına yapmaya çalıştıkları hayırlı hizmetlerin herbirisi de, kendi çabalarının İslamî bir niyetle yapıldığını ileri süreceklerdir ve bu da tabiîdir..

O halde, İslamcılık fikriyatını ve faaliyetlerini, dar planda ele alıp sadece belli kesimlerin çabası gibi göstermenin ne kadar sağlıklı olduğu üzerinde de durulmalıdır..

*

Bu tartışma, laik diktatörlük yok sayılarak yapılabilir mi?

İslamcılık tartışmaları yapılırken, müslümanların üzerinden geçen laik diktatörlükten söz edilmemesi, korku ve sinmişlikten veya önemsememekten midir?

İlginçtir, bu son tartışmalarda, bu hususun kenarından genel olarak teğet geçilmekte.. Halbuki, özellikle de İttihad-Terakkî’den beri, laikler ve diğer bütün İslam karşıtları müslüman halkkın üzerinden bir buldozer gibi geçmiştir ve bunun elbette çok büyük acıları çekilmiş, ağır yaralar alınmış; belki iyi düşünülmeden bir takım reflektif tepkiler bile verilmiştir..

Ama, bu konuların kenarından geçilmiştir, bu tartışmalarda..

Dahası, bu tartışma, adetâ AK Parti uygulaması etrafında yapılmak isteniyormuş gibi bir görüntü de ortaya çıkarmaktadır..

Halbuki, İslamî faaliyetlerin, İslamcı hedeflerin değerlendirilmesi yapılırken, sonuçta, asıl maksadın AK Parti’yi yermek veya övmek gibi bir kapalı hedefinin olduğu kanaatine yol açılması ve bu konuların, sadece Osmanlı veya bugünkü Türkiye ile, dahası, doğrudan AK Parti ile ilgilendirilmesi, AK Parti’ye aid değerlendirmelerin temel yapılması, onun uygulamalarındaki bir takım zaafların İslamcılığa mal edilmek istenmesi de bu tartışmaları verimsizleştirmekte..

Kaldı ki, tekrar ahtırlamak gerekir ki, İslâmcılık tartışmaları, sadece Osmanlı ve Türkiye esas alınarak ele alınması konunun temelden kavranmasını engellemektedir.. Çünkü, İslamcılık etrafında yapılan tartışmalarda, AK Parti, çok yüksek ve idealize edilebilecek bir konumda yönetime gelmiş de, her şeyi mahvetmiş gibi bir hava oluşturuluyor..

Üstelik, diğer müslüman coğrafyalarında da, genel olarak, Türkiye’de yaşanan olumsuzluklardan uzak bir durumun olmadığı rahatlıkla söylenebilir..

İlginçtir, bu tartışmayı başlatan iki isimden birisi, ‘150 yıllık İslamcılık birikimi heder ediliyor..’ diye hayıflanıp, AK Parti’ye yüklenirken; diğeri, ‘İslamcılık bitti..’ diye neredeyse zil takıp oynayacak..

Halbuki, AK Parti, mevcud kemalist-laik rejimin pençesinde, mevcud anayasa ve kanunların sınırları içinde ve bu rejimle uzlaşmayı esas alarak, siyaset yapmaya soyunmuştur.. AK Parti’nin liderlerinin müslüman olması, siyasetlerinin de mutlaka İslamcı bir çizgide olmasını getirmiyor.. Çünkü, bu hareketin metodunda, bu sistemi temelden devirmek değil, bu rejimin koyduğu kuralların içinde kalarak, yani uzlaşmacı bir yöntemle, yıkmadan yapmak, ıslah etmek hedef edinilmiştir.. Onların bu rejimin onun temel kurum ve kurallarıyla kökten bir mücadeleye girmeden İslamî esaslara göre bir dünya kurmaya kalkışamıyacakları, öyle bir niyetleri olsa bile, bunu yapamıyacakları açıktır ve bunu bu tartışmalara katılanlar da bilirler, mutlaka.. Hatırlanmalı ki, bu parti, üniversitelerde 40 yıla yakın zamandır İslamî örtüye getirilen yasakların kaldırılması için,  Meclis’in 411 m.vekilinin oyuyla anayasada değişiklik yaptığında, hem bu değişiklik, Anayasa Mahkemesi’nce –bu mahkemeninin yetkisi olmadığ ıhalde- ibtal edilmiş ve bununla yetinilmeyip, bu değişikliği gerçekleştirmeye öncülük ettiği gerekçesiyle, hakkında Anayasa Mahkemesi’nde 2008 yılında açılan kapatma dâvası ile karşı karşıya kalmış ve aylarca süren yargılama sonunda, sözkonusu mahkemece kapatılmaktan, sadece 1 oy farkıyla, kılpayı kurtulmuştur. Böyleyken, bu partinin, niçin İslamî referanslar göstermediğ ve  niçin İslamî uygulamalara geçmediği gibi konuları bile eleştiri konusu yapmak, onun uzlaşmayı esas alarak siyaset yapmak metodunu ve Türkiye’deki kemalist-laik diktatörlüğün ceberrutluğunu  gözönüne getirmemek, üzerinde ayrıca durulması gereken bir konudur..

Hele, bu tartışmalar içinde, bugün siyasî iktidara, İslamcı olmadıkları suçlaması  getirmenin ötesinde, ‘şöyle davranılmazsa, bazı cemaatlerin desteğini kaybedersiniz..’ diye sopa gösterme eğilimleri daha bir manidardır..

*

Bu tartışmaların, günler boyu sürmesi, dikkatimizi farkında olmadan, başka yöne çevirmek de olmuyor mu?

Suriye’de müslümanlar bir Baasçı-laik diktatörlük eliyle yüzler-binler halinde (ve yazık ki, büyük çapta müslüman askerlerden oluşan bir ordunun mensublarının, kendilerine hükmedenlerin kimler olduğunu düşünmeden, o emirleri yerine getirmeleriyle) katledilir ve müslümanların bütün zenginlikleri de tahrib edilir ve yüzbinler bu yaz sıcağında, çaresiz olarak sağa- sola kaçmaya çalışırken; bu tartışmaya günlerce ağırlık vermek, dikkatlerin asıl verilmesi gereken yerden başka tarafa yönelmesine yol açmaz mı? Evet, bu husus da düşünülmelidir..

Dahası, bu İslamcılık tartışmalarındaki müslüman veya  İslamcı tariflerine bakılacak olursa, bugünün nice müslüman kitlelerini müslüman saymamak gerektiğini ileri sürenler bile olabilir..

Halbuki, inancından dolayı düşman sayılıp da, inancını terketmesi istendiğinde, inancından vazgeçmeyen öyle tipler vardır ki, bu gibi tartışmalardan hiç de haberleri olmadığı halde, -Allah bilir-  herbirimizden çok daha sağlam müslümandırlar.. Böylelerini, şakaklarına namlu dayandığı zaman nihaî tercihlerini islam inancına bağlılık yönünde ortaya koyan nice kahraman müslüman tiplerini Bosna Trajedisi günlerinde görmedik mi?  Onlar ve ateş çemberinin içinden geçtiği halde, inançlarından vazgeçmiyen benzerleri, belki de çağımızın en gerçek ’İslâmcılar’ı idiler..

*

Evet, kendilerini ‘İslamcı’ olarak niteleyenler gibi bir iddia taşımaksızın, İslam inancının şuûrunu fikrî veya hissî açıdan daha fazla taşıyan kimseleri ne sayacağız?

Müslüman olan, ama, müslümanlıklarının gereğini ideal mânâda yerine getiremiyen kimseleri bu gibi ayırımlarda nereye oturtacağız? Ki, bu günlerde, birilerinin de televizyonlarda, müslümanların camilerde ibadet edinmediklerini, tapındıklarını, câmileri tapınaklara dönüştürdüklerini söyleyecek kadar saygısız ifadeleri, hem de müslüman kimliğiyle dile getirdiğini bile görmedik mi?

Bu tartışma konusu, bu hamur daha çok su götürür ama, şu kadarı tekrarlanmalı ki, İslâmcılıkdan maksad, İslam’ın hedeflerinin yerine getirilmesi ise, yeryüzünde tek bir müslüman bile kalsa, İslam da, İslamcılık da hep var olacaktır.. Çünkü, her müslüman -en azından potansiyel olarak-, inancının her zaman ve mekandaki koruyucusu ve askeri durumundadır; öyle olmalıdır.. O halde, hele de, ‘İslamcılık bitti, öldü..’ diye Oliver Royvarî sevinç nârâları atanlar, tarihte İslam’ın ve İslâm Milleti’nin, Moğol İstilası’nı hatırlatan nice büyük badireleri atlatıp küllerinden yeniden doğduğunu gözden ırak tutmamalıdırlar..