İslam servete sınır koyar mı?

MURAT KAYACAN

Bugünlerde İslam-servet ilişkisi ciddi bir tartışma konusu. Acaba Müslümanlar servet biriktirmeye bir sınırlama getirebilirler mi? Sınırlama getirilebilse bile bu, zaman ve mekânla mahdut olağanüstü bir durum mudur? Bu bağlamda “İslâm Hukukunda Servet/Mülkiyet Tahdidinin İmkânı Üzerine” (Selçuk Üniv. İlah. Derg., Bahar 2004) adlı yazısında Halit Çalış önemli bilgiler vermekte.

Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman gibi sahâbîlerin, günün şartlarında bir orduyu tek başlarına donatabilecek kadar servete sahiptiler ve bundan dolayı kınanmadılar. Allah Rasulü (s) hayatta iken, toplumun genel gelir seviyesine göre oldukça zengin ve her biri ashâbın önde gelenlerinden olan  (Abdurrahmân b. Avf, Zübeyr b. el-Avvâm, Ebû Bekir, Osman b. Affân, Talha b. Ubeydullah) sahabiler olduğu gibi fakir (Suffe ashabı) olanlar da bulunmakta idi. Hz. Peygamber (s)’in bu farklılığı dikkate alarak “servet tahdidine” yönelik bir uyarı ya da girişimde bulunduğu bilinmemektedir.

Zühdü ve Allah yolunda infak hususundaki gayreti ile maruf Ebû Zer, “Ey iman edenler! Hahamlardan ve rahiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve (insanları) Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele! Cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki): İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azabını) tadın!" (Tevbe 9/34-35) ayetlerinden hareketle, insanın kendi ve çoluk çocuğunun geçimini sağlayacak miktardan fazla olan her şeyin, şer’an yasaklanan “kenz” kapsamına dahil bulunduğu ve infâk edilmesi gerektiği kanaatinde idi ve bunu her vesileyle dile getirirdi. Ancak bu büyük sahâbînin âyeti bu şekilde tefsir etmesi ve bu anlayışını tüm topluma teşmil etme gayreti içerisinde bulunması diğer sahâbîler tarafından kabul görmemişti. Onun Hz. Osman tarafından Rebeze’ye sürgün edilmesi (bazı aktarımlara göre oraya gitmeyi kendisinin tercih etmesi)nin büyük sosyal tepkilere yol açmayışı sahabenin “Ebû Zer’in yorumunu” genel itibarıyla esas almadığı şeklinde yorumlanabilir. Müslüman, geçimini sağlamaya yetecek miktardan fazla olan servetin Allah rızası için harcanması ve biriktirilmemesi gerektiği kanaatinde olabilir ve uygulamasını da buna göre yapabilir. Bu onun aynı zamanda kulluk bilinciyle ilgili/orantılı bir husustur. Sorun belki de bu çerçevenin içine tüm toplumu yerleştirme çabasıdır. Yine de Ebû Zer’in niçin bu eleştirilerini ilk iki halife döneminde değil de Hz. Osman döneminde yaptığı da “Onun eğilimi mi yoksa Hz. Osman yönetiminin mülke bakışı mı değişti?” sorusu bağlamında düşünülmelidir.

Diğer yandan yukarıda bahsettiğimiz gibi ilk dönem nesli arasında da oldukça zenginler ve fakirler bulunmakla birlikte, servetlerini kötüye kullanmadıkları, Allah’a, topluma ve insanlara karşı görevlerini -görevin niteliği (farz, nafile) ile kendilerini sınırlandırmadan- yerine getirmede hassasiyet sahibi oldukları müsellemdir. Hadis, tarihi ve tabakât eserleri bunun örnekleriyle doludur. O halde, üzerinde durulması gereken husus, böylesine önemli bir meseleye hukukî dayanak olma yönü tartışılır bir maslahat düşüncesinden hareketle mülkiyetin sınırlandırılması fikrini gündeme getirmek ve bazı problemlerin çözümünü burada aramak değil, bugünün Müslümanlarının da dinî hukukî ve ahlâkî talep ve yasaklar karşısında, ilk nesiller düzeyinde bir bilince ulaşmalarının çare ve yöntemlerini araştırmak olmalıdır.

İslâm hukuk düşüncesinde kabul gören genel anlayışa göre siyasî otorite, kimsesizlerin, yoksulların, fakirlerin ekonomik ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla ve gerektiğinde zekât dışında bir fon oluşturabilir/oluşturmalıdır. Gerektiğinde devlet kamulaştırma yaparak zenginlerin mallarına da el koyar. Çünkü ilke olarak mülk/mal Allah’ın, yani kamunundur. Bu arada devlet, servet sahiplerinin mülkiyetten kaynaklanan güçlerini kötüye kullanmalarının, kartel oluşturarak piyasaya tahakküm etmelerinin ve servetin siyasî nüfuz sağlamak amacıyla kullanılmasının da önüne geçmeli, bu noktada gerekli tedbirleri almalıdır.

İslâm hukukunun ana kaynaklarında ve ilk dönem uygulamalarında özel mülkiyetin hukuken sınırlandırılabileceğini gösteren herhangi bir delil yoktur. Yani herkes muayyen bir miktarla sınırlı olmaksızın, hukukî yollardan edinilmiş olmak şartıyla, istediği kadar mal edinebilir. Bu arada mülkiyetle ilgili görevlerini (zekât) yerine getirme noktasında her fert, azamî titizliği göstermek durumundadır ve bu hususta görülen eksiklikler/aksamalar, hukukî yaptırıma tâbidir.