22 Ağustos günü Muhammed Reşid Rıza'nın 90. ölüm yıldönümüydü. Konuya ilgi duyan bazı dostlar ve büyüklerimizle M. Reşid Rıza değerlendirmesi yaptık. Çünkü o, İslami direniş; ıslah, ihya ve inşa mücadelemizde çığır açan öncülerimizdendi.
Oturumumuza davetli kardeşlerimizden birisi özel olarak “Burada toplandık, bundan sonra ne olacak? Hangi mücadele alanına ve eyleme katkı sağlayacak bu toplantı?” diye sordu.
Biz de bu kardeşimize şu açıklamayı yaptık: Allah-u Teala Müzemmil sûresinde de (73/20) Âli İmran sûresinde de (3/79) sürekli talim etmemiz gereken Kur’an-ı Kerim’de mükerreren eski kavimlerin hallerinden bahseder. Kitabımız, sünnetullah eksenli nebilerden, sıddıklardan, şühedadan, salihlerden, sabikundan ve muvahhidlerden bahsettiği kadar; ayrıca tedebbür ve tefekkür etmeyip aklını kullanmayanlardan, müşriklerden, kafirlerden, münafıklardan, kendi nefsine ve başkalarına zulmeden zalimlerden bahseder. Yüce Kur’an akıl edebilecekler için tarihin iyi sahnelerinden de kötü sahnelerinden de örnekler sunar.
Neden, niçin?
Kitab-ı Kerim bir tarih kitabı değildir, ama tarihi yaşanmışlıklarla ilgili derslerden ibret almamızı ister.
Adem (a)’dan bu yana insanoğlunun yaşadığı mekan, imkan ve şartlar değişse bile yaratılış fıtratı kıyamet gününe kadar hiç değişmeyecektir. Bu konuda insan aklını kutsayıp demagoji yapanlar, insanoğlunun fıtratını bozmaya, tekcinsliliğe yöneltmeye çalışanlar maymunlar gibi aklını kullanamayan iç güdülerine mahkum olmuş idraksizlerdir.
Rabbimizin bildirdiği tarihte yaşanmış salih ameller ve takip edilen vahyi ilkeler bizlere sünnetullahın olumlu yönünü göstermektedir.
Bu nedenle hikmetli davranılırsa İslami mücadelenin
her türlü cehdinin ve cihadın kıtal boyutu da;
eylemler ve etkinlikler boyutu da;
Kur’an, İslami ilimler, teknik ve tabii ilimleri öğrenme boyutu da;
sosyal köklerimizi oluşturan sıddıkların, şühedanın ve salihlerin mücadelelerini kavramak ve zamanı aşkın değerlerini yaşatmak ve geliştirmek çabaları da
birbirinin rakibi değil, birbirinin tamamlayıcısıdır.
Hayatı ve İslam’ı bu bütünlük içinde gören ve yaşayan "Kim Allah'a ve Resul'e itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği, Nebiler, sıddıklar, şahitler ve salihlerle beraberdirler. Onlar ne iyi refiktirler / arkadaştırlar!" (4/69)
Bu doğrultuda sahih iman ve salih amel istikametli çabaları irtibatlandırıp müşterekleştirebilmek hedefi; Nisa sûresinde bütün müminlere emredilen “Ulu’l-emr” heyetini (4/83) oluşturmak ve o heyetin şuraya ehil insanları olabilmek veya o tarz insanların yetişmesinin önünü açabilmek çabaları gibi ibadi ve aziz bir hedeftir. İslami mücadele birikimimizi zaaflardan ve tarihte kalmışlıktan ayıklayıp yaşanmış güzellikleri sürdürebilmek de, zulme ve zalimlere karşı göstereceğimiz her türlü direniş ve eylemliliğimiz, dayanışmamız ve hakka şahidliklerimiz de birbirinin alternatifi değil, vücudun farklı organları gibi İslami bütünün tamamlayıcılarıdır.
Resulullah (s)’in uygulamalarından da bu dersleri çıkartmak mümkündür. İslam’ı yaşamak konusunda en güzel örnek olan / “üsve-i hasene” (33/21) olan Allah’ın Son Elçisi’yle ilgili durum ve bilgileri de iyi tefekkür etmek durumundayız:
I.incisi: Resul-u Ekrem'in kendi dönemiyle ilgili “Savaşta Uhud Tepesi'nden ayrılmama” emri gibi o dönemde yaşayan sahabiyi ilgilendiren o zamanla kayıtlı emirleri vardır. Biz bu Siyer bilgilerinden farklı yorumlarla ibretler çıkartıyoruz.
II.incisi: "Usve-i hasene" olan Resulullah’ın salat gibi, hicab ve başörtüsü gibi, merhale fıkhı veya savaş ahlakı gibi hepimizi bağlayan zamanı aşkın uygulamaları / Sünnet’i vardır. Bu daire örnek alacağımız İslamî uygulamaların kesin haberi ve tüm müminlerin yaşanmışlıklarıyla devam edegelen Kur'an'daki hükümlerin Resulullah'ın tatbikiyle kesinleşmiş uygulamalarıdır; ya da örnek olarak alınmasında tahkik ve tercih edilecek galib zanla alakalı örnekliklerdir.
III.üncüsü: Ayrıca Sünnet ile irtibatı kurulmaya çalışılan ama tahkik ehli alimlerimizin Hadis kritiğine tabi tuttuğu zayıf hadisler veya şaz ve uydurma / mevzû rivayetler vardır. Bunların en meşhurlarından bir iki örnek verelim: “İstanbul’un fethi” ile, “İlmin Çin’de de olsa alınması” ile, “namazın dinin direği olduğu” ile tahmini ve makuliyet çerçevesinde söylenen sözler; veya “Kocasının vücudu irinle kaplı olsa ve kadın tüm irini diliyle yalayarak temizlese de, kocasının hakkını yine de ödemiş olmaz” tarzı fıtrata da ilahi adalete de aykırı sözleri söz konusudur.
Hadis ilminin III. alan olarak ilgilenip kritik ettiği bu örneklerden “İnsanlar helaktadır, alimler hariç” türü abartılı ya da “Şeyhi olmayanın şeyhinin Şeytan olduğu” veya “Ben, bilinmeyen (gizli) bir hazine idim, bilinmeyi diledim. Bir kısım kimseler yarattım. Onlara kendimi bildirdim ve onlar da beni bildiler” gibi Kur’an dışında gaypten bilgiler veren şaz ve uydurma rivayetler de söz konusudur. İslam'ın pak elbisesi üstüne sıçrayan bu tür mevzu' ve şaz rivayetlerle de zamanımızı heba etmememiz, gündemlerimizi bu tür mevzulardan uzaklaştırmamız gerekir.
Bizler korunmuş olan Kur'an'dan, delaleti açık muhkem ayetlerden ve Resul-u Ekrem'in kesin/mütevatir uygulamalarından ibaret olan İslami asıllardan ve basiret ehli alimlerimizden öğrendiğimize göre tahkik ehli Müslümanlar yakın geçmişimizde veya bugüne has olarak siyasi, sosyal, askeri veya usulî / metodolojik bir bilgi veya tartışmayı olsun; bu konularla ilgili bir haberi, rivayeti veya yorumu değerlendirirken olsun iki şeye dikkat etmeliyiz:
Birincisi: Bir vakıa, bir haber veya bir yorumu değerlendirirken İslamî esaslar / asıllar, yani Kur’an’ın bütünlüğü ve delaleti açık nassları, Muhammed Aleyhisselam’ın zamanı aşkın Sünneti ve bunların hikmeti konusunda yeterliliğimizin olması; ayrıca üzerinde düşünülen veya tartışılan vakıa bilgisinin nesnel ve bütünsel olarak bilinmesi ve bu konulara vakıf diğer bilenlerle müşavere edilmiş olması gerekir.
İkincisi: Zanni olmayan İslami asılların / esasların kesin bilgi içerdiği; onlarla aynı / tıpkı olmayan İslami yorum ve içtihadların işimizi İslami esaslar dairesine göre çözmeye çalışan fıkhi ve maslahatla ilgili yaklaşımlar olduğunu, ancak bu yorumlarımızı sabitleştirip mutlaklaştırmamız gerektiği bilinmelidir.
Bu bağlamda ıslah ekolünün anlam olarak ve Reşid Rıza’nın ifadesi olarak söz konusu yaklaşımı son derece öğreticidir. Reşid Rıza şöyle diyor: “Asrımızda ihtilaflı konular olmakla beraber ittifak ettiğimiz konular daha fazladır. Bu konuda altın kuralımız şu olmalıdır: İttifak ettiğimiz konularda yardımlaşıp, ihtilaf ettiğimiz konularda birbirimizi mazur görürüz.”
Hayata ve mezhebi ihtilaflara Kur’an ve Sünnet rehberliğinde bakan ıslah ekolüne göre de kural şudur: “İttifak ettiğimiz konularda yardımlaşır, ihtilaf ettiğimiz konularda birbirimize katlanırız.”
İslami bütünlüğü sürdürmeyi hedefleyen bu tür kurallara uymadığımızda namaz kıldığımız mescidlerde bile mihraplarımız ayrı ayrı olmaya başlar. Ki bu tarz coğrafyalarımızda bazı mescidler de vardır. Bu kural aynı zamanda küffara karşı da İttihad-ı İslam anlayışı içinde birlikte hareket etmemizi sağlar.
Reşid Rıza’nın dilimize Ahmet Hamdi Akseki tarafından çevrilen, Hayrettin Karaman tarafından sadeleştirilip DİB tarafından 1973’te basılan “Mezahibin Telfiki ve İslam’ın Bir Noktaya Cem’i” çalışması bu konulara rehberlik etmek düzeyindedir. Bu doğrultuda sadece Ehl-i Sünnet mezhepleri yani dört mezhep arasında değil; onunla beraber Ehl-i Kıble olan Şii, Zeydi, İbadi / Harici, Mutezili akımlar arasında 1944 tarihinde Kahire’de yapılan Daru’l Takrib arayışı / (Mezheplerin İslami esaslar ışığında birbirine yakınlaştırılması ve vahdete yönelme eğilimi) ise 1979 İran Devrim’nden sonra Ayetullah Muntezeri, Telegani, Hüsrev Şahi, Muhammed Fadlullah ve daha önceden Ali Şeriati gibi vahdet niyetli isimler gündeme getirmesine rağmen; maalesef ki Şia asabiyesini aşamayan mukallid ruhlu mollalar ve diğer Ayetullahlar ve ammî / kör taklidçi yöneticiler tarafından bu gündem unutturulmuş veya Siyonizmle mücadele kılıfı altında Şii mezhebini yaymak için kullanılmaya kalkışılmış, dolayısıyla fitne ateşine odun taşınmıştır.
Filistin ve Gazze’de önce İngiliz sonra ABD kuvvetlerinin desteğinde 1947’den bu yana tam 75 yıl boyunca Siyonist çetelerin katliamlarını ve işkencelerini izledik. Ancak sözünü ettiğimiz mezhepçi fitne ateşi Kudüs'ü özgürleştirme hedefi bahanesiyle Siyonistlerin cürümlerini kat be kat geçecek tarzda 2011’den 2023 Aralık ayına kadar tam 12 yıl Suriye'de Ashab-ı Uhdud’un çağdaş görünümünü andıran zalimlikleriyle bir milyon civarında Müslüman insan öldürülmüş veya kaybedilmiş, 14-15 milyondan fazla Suriyeli de topraklarından edilmiş veya komşu ülkelere sığınmış ve meskenleri yok edilmiştir.
Yaklaşık 143 yıl önce Mısır’ın İskenderiye’sini 1882 yılında bombalayan 3 İngiliz ve 3 Fransız gemisinden sadece İngilizlerin 3 gemisindeki askerler yani bir taburluk veya üç bölüklük bir güç bu şehri ve bir ay içinde de Kahire’yi ve tüm Mısır’ı ele geçirmiş ve sömürgeleştirmiştir. İstanbul’da ise 1833 yılında payitahtı korumak için Rus Donanmasının Büyükdere Limanı’nda menzillenmesi ve Beykoz Selvi Burnu’ndan Yuşa Tepesi’ne kadar 5 bin Rus askerinin Payitahtı korumak üzere konuşlandırılması Kahire’de de İstanbul’da da o dönemin Müslümanlarının hem idari, hem askeri, hem ekonomik alanlarda iflas içinde olduğunu göstermektedir.
Adam yokluğu / katl-i rical söz konusu olduğu bir dönemde devlet veya Hükümet idaresi açısından öğrenci yetiştiren okullara da şöyle bir bakmak yeterlidir. Sadece Mısır’da 1882-1918 yılları arasında Osmanlı Devletine bağlı yani Hidivliğe bağlı devlet okulu 68 iken, İngiliz, Fransız, İtalyan öğretmenlerle yönetilen 329 misyoner okulu 739 da özel okul - kolej söz konusuydu. Tabii ki Müslim, Gayri Müslim Batı kültürüyle yetişen bu nesil İstanbul’da olduğu gibi büyük ölçüde Frenkleşmiş/yabancılaşmış olan sonraki neslin aydınları ve yöneticileri olacaktı.
İşte Reşid Rıza, hocası Muhammed Abduh’la birlikte adam yokluğunu aşmak, direniş ve gücü dağılmış İslam ümmetini yeniden uyandırmak, ıslah hareketinin öğretmenlerini, vaizlerini, idarecilerini ve hareket adamlarını yetiştirmek için İstanbul’da da Kahire’de de, Hindistan’da da “Davet ve İrşad Akademisi” açmaya çalıştılar. İstanbul’da olmadı; sadece “Sırat-ı Mustakim” ve “Beyanu’l-Hak” mecmuası ve çevresiyle devam eden bir etkileşim kurulabildi. Hindistan'da “Tercüman-ı Kuran” İslami uyanış, direniş ve ıslah havzasına katkıda bulunuldu. Kahire’de çıkartılan ve o dönemde Müslümanların en önemli tebliğ, haber ve iletişim aracı olan “el-Menar” mecmuası ve Davet ve İrşad Akademisi Bilad-ı Şam’da Fransız ve İngiliz mandasına karşı silahlı direnişi başlatan İzzettin Kassam’ı, Suriye’de İhvan-ı Müslimin’i kuran ve örgütleyen Mustafa Sibai’yi yetiştirdi.
Anlaşılacağı gibi yeter ki İslami asıllar üzerinde İslami direniş yükseltilmeye çalışılsın ve küffar ile uzlaşma kabul edilmesin; mücadelenin içinde mücadeleyi kazanacak ıslah, ihya ve inşa faaliyetlerinden vaz geçilmesin. Bu niyet taşındıktan sonra hazarda ve seferde yapılan bütün İslami çalışmalar birbirinin rakibi değil, birbirinin tamamlayıcısıdır. Bu niyet var oldukça, mağlup olsak da irademiz teslim olmaz.
Hani eylemlerimizde slogan atıyoruz ya: "Hamas Yenilmez, Gazze Eğilmez!" Önemli olan ölmek öldürmek, yenmek yenilmek değildir. Her iki hal de olabilir. Önemli olan her iki halde de küfrün kimliği karşısında eğilmemektir.
Müminler olarak mağlubiyetlerimizi bir tecrübe kazanımı olarak görür ve Resullullah (s)’in buyurduğu gibi “Kıyamet kopacağını bilseniz dahi elinizdeki fideyi dikin” emri doğrultusunda yaşanmışlıklardan ders çıkartarak yeni hamlelere, yeni yuvalanmalara, yedi başak verecek yeni tohumlanmalara adım atarız.
Çünkü Kur'an öğrencileri bilir ki bu dünyada her an açlıkla ve korkuyla; mallardan, canlardan ve ekinlerden eksiltmelerle imtihan olabiliriz. Önemli olan bu tür imtihanlar karşısında panik olmadan sabretmeyi bilmemiz, direniş ruhunu yitirmememizdir (2/155). Bu ölçülü tavra ulaşanlara Rabbimiz bu dünyada da ahiret için de Bakara sûresinde belirtildiği gibi müjde kapısını açmaktadır.
İslami mücadele bir bütündür. Dün Bedir olur, bugün Uhud, Hendek veya Hudeybiye. Nuh (a)'ın karşılaştığı insanî haller de bize örnektir, Musa ve Davut (a)'lar da... Önemli olan istikametten sapmamak, Akabeler / güç yokuşlar karşısında topukları üzerinden gerisin geriye dönmemektir. Kelime-i Tevhid bayrağını elimizde, yüreğimizde ve dilimizde her daim gündemde tutabilmektir. İşte inişler ve çıkışların seyyaliyeti içinde İslamî mücadelenin yaşanmışlık ekseni budur. Ancak bu ufku, sabikun niyetli kardeşlerin; sıddık, şüheda, salih şahsiyetlerin yaşatabileceğini unutmayalım. Önemli olan azlıkta da çoklukta da İslam'ın, Kur'an'ın canlı bir tohumu olabilmektir.
Çünkü biliyoruz ki zenginlikte de kahır veren yoksullukta da İslami şahsiyeti ve vahyin şahitliğini temsil eden bir tohum, sadece bir tohum değildir. Bakara süresinde de belirtildiği gibi kendini aşmaya çalışanlar her başağında yüz tohum olan ve yedi başak veren bir tohum gibidir (2/261).
Rabbimiz İslami kimliğimizi yedi başak verecek tohumlar seviyesine çıkartmamıza imkân versin, bu doğrultuda İslami talim ve şahidlik peşinde olanlara yardım eylesin inşallah.