Türkiye’de Kürt meselesiyle ilgili umut verici gelişmeler yaşanırken, gözlerin çevrildiği en kritik saha şüphesiz Suriye’dir. Zira burada Kürtlerle Şam yönetimi arasında yaşanacak her gelişme, Türkiye’deki süreci de doğrudan etkileme potansiyeline sahiptir. Bu nedenle, çözüm sürecinin önemli muhatapları arasında yer alan Öcalan’ın ve müzakereleri yürüten devlet yetkililerinin bu gerçeği dikkate almadıklarını düşünmek naiflik olur. Nitekim, 2013’te çözüm sürecinin sekteye uğramasında da Suriye’deki gelişmeler belirleyici olmuştu.
Bugün de benzer bir kırılganlıkla karşı karşıyayız. İsrail, Batı’dan aldığı siyasi, diplomatik ve askerî destekle Suriye’deki etnik ve mezhepsel fay hatları üzerinden yürüttüğü siyaseti derinleştiriyor. Bu tabloda, bazı Kürt ve Türk ulusalcılarının Batı’nın bu kirli planlarına angaje pozisyonlar alması, süreci daha da sancılı hale getireceğine kuşku yok.
Suriye’de Dürzi ve Nusayriler üzerinden yaşanan her gerilim, dikkat çekici biçimde PYD’nin söylem ve tavırlarına yansıyor. PYD’nin, İsrail’le bağlantısı açıkça bilinen Dürzi lider Hikmet el Hicri ile kurduğu temaslar ve Şam yönetimi karşısında sergilediği uzlaşmaz tavır, bu yapının Suriye’nin birliği ve istikrarından çok, İsrail destekli parçalanma siyasetine daha yakın durduğunu göstermektedir. PYD, daha önce de kıyı bölgelerindeki Nusayri isyanında aynı eğilimi göstermişti. Özetle PYD, Suriye’nin birliğine, bütünlüğüne ve istikrarına değil, İsrail’in öncülük ettiği bölünme ve ayrışma politikalarına yatırım yaptığını görmek gerekiyor.
Öte yandan, bazı Kürt ulusalcılarının sosyal medya paylaşımlarında; haritaların yeniden çizileceği, Kürtlerin tarihi bir fırsat yakaladığı, bu fırsatın heba edilmemesi gerektiği yönündeki heyecanlı çıkışları; gerçeklikten kopuk, bölgesel dinamikleri görmezden gelen çocuksu bir hayalcilik içeriyor. Çoğunluğu Avrupa başkentlerinde, İsrail konsolosluklarında ulufe kovalayan bu isimler, bir yandan PKK’nin silah bırakmasını “ne karşılığında?” diye sorgularken, diğer yandan da Kürtleri büyük bir maceraya sürüklüyorlar.
PKK içinden Duran Kalkan, bu çevrelere yönelik olarak: “Şimdi bazıları kalkmış PKK’ye savaşı anlatmaya, savaş dersi vermeye çalışıyor, savaşmanın ne kadar önemli, anlamlı olduğundan söz ediyorlar. Kürtlerin ömrü hep savaşla mı geçecek? Bu kadar savaş istiyorlarsa, kendileri savaşsınlar. Ellerinden alan mı var?” diyerek savaş üzerinden siyaset üretmeye çalışanlara net bir mesaj vermişti.
PKK’nin silah bırakmasına bir başka itiraz da, Cumhuriyet’in kurucu paradigmasını mutlaklaştıran Kemalist çevrelerden geliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu kesimlerin pozisyonunu şu sözlerle ifade etmişti: “Terörün en başından itibaren karşıtlarıyla da bir ekosistemi oluştu. Terör tarafındakiler kadar, karşıtları da bu işten nemalandı. Terörün bitiyor olması en çok onları rahatsız ediyor çünkü rant kapıları kapanıyor.”
Bu tespit elbette çok önemlidir ama unutmamalıyız ki bu ulusalcı damar, bölgeye dair dış politik tutumlarda hep benzer refleksler gösteriyor. İsrail’in Filistin’de işlediği barbarlıklar ne zaman gündeme gelse, Kürt ve Türk ulusalcıların –sebep ve gerekçeleri farklı da olsa– hep benzer tepkiler verdiklerini gördük.
Evet, İsrail devleti, Batı’nın koşulsuz desteğiyle Gazze’ye, Lübnan’a, Yemen’e, İran’a ve Suriye’ye saldırıyor. Bazen Tevrat’ta geçen bir rivayete atıf yaparak, bazen kendi azgın karakterine uygun bir küstahlıkla şehirleri bombalıyor, katliamlar yapıyor. Uluslararası kurumlar ise bu vahşet karşısında tamamen işlevsiz hale gelmiş durumda.
Bu saldırganlığı Netanyahu’nun siyasal hırsıyla ya da Siyonist ideolojinin taşkınlığıyla açıklamak eksik kalır. İsrail’in yürüttüğü bu siyaset, Batı’nın tam desteğini alan sistematik ve çok katmanlı bir politikaya dayanıyor. Ortadoğu intifadaları sırasında Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da bunu çok net bir şekilde gördük. Emperyal akıl, bölgenin kendi iç dinamikleriyle yeniden şekillendirmesine izin vermek istemiyor. Bunun yerine, etnik ve mezhepsel fayları kaşıyarak çatışma, düşmanlık ve parçalanma ortamı yaratmaya çalışıyor.
Siyonist İsrail, bölgedeki çatışmaları derinleştirmek için Suriye’nin askeri ve stratejik hedeflerine yönelik onlarca saldırı gerçekleştirdi. Son olarak, Suriye’deki Dürzi nüfusu gerekçe gösterilerek yapılan saldırılar, bölgenin barış ve istikrarını hedef alan bu fasid stratejinin bir parçasıdır.
Nitekim, ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi TomBarrack bütün açık yürekliliğiyle, “İsrail bölünmüş Suriye istiyor… İsrail bölgedeki ulus devletleri tehdit olarak görüyor.” Dedi. Ne eksik, ne fazla, olay tam olarak budur.
Aslında Batı, sadece İsrail’in yüz yüze kaldığı konjonktürel tehditlere karşı refleks geliştirmiyor; yüzyıllardır aynı politikaları yürütüyor: Böl, parçala ve yönet…
Görünen o ki; Suriye’nin yiğit evlatları 14 yıl boyunca Rusya ve İran gibi emperyal güçlere karşı sergilediği destansı direniş sonucunda elde ettiği şanlı zaferi, daha uzun yıllar bu kez de Batı’ya ve onun bölgedeki silahlı taşeronu İsrail saldırganlığına karşı da koruması gerekecek. Aynı senaryoyu daha evvel Afganistan’da izlemiştik.
İsrail’in Dürzileri namlunun ucuna sürerek bölgeyi çatışma ve istikrarsızlık bataklığına sürüklemek istiyor. Dürziler üzerinden tetiklenecek bir ayrılık rüzgarının, Kürtleri, Nusayrileri ve diğer ayrılıkçı yapıları harekete geçirerek, henüz istikrara kavuşmamış bir Suriye’yi parçalanmanın eşiğine getireceğinin herkes farkında.
Böyle bir senaryonun gerçekleşmesi, Suriye ile sınırlı kalmayacak, başta Türkiye olmak üzere tüm bölgeyi istikrarsızlığa sürükleyecek.
Özetle: Kürt meselesi gibi tarihsel ve karmaşık bir başlıkta, İsrail’in bölgesel planlarını göz ardı etmek büyük bir hata olur. Bölgedeki dini, etnik ve mezhepsel dengelerle oynayan bu akıl, daha büyük bir yıkımın taşlarını döşüyor. Bugün İsrail uçakları Şam'ı vururken, aslında İstanbul’un, Bağdat’ın, Beyrut’un, Hartum’un ufkunu hedef alıyor.