İşgal ve İlhakı Meşrulaştıran Sürecin Aktörleri

KENAN ALPAY

İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahuİsrail sizden daha iyi bir dost görmemiştir” derken elbette 52 yıldır işgal altında tuttukları Golan Tepeleri üzerindeki işgal ve ilhakı meşrulaştıran Amerikan Başkanı Donald Trump’ı kast ediyordu. Evet, bir Başkanlık Kararnamesi’yle bütün uluslararası hukuk kaidelerini paspasa çeviren Trump, Golan Tepeleri’nin işgal ve ilhakını resmen tanıyarak son derece tehlikeli bir teamülün önünü açtı. Ancak bu karar Amerikan diplomasi tarihinde resmen değilse de fiilen sürekli sergilenen bir tutum olarak temayüz ediyor zaten.

Trump’ın Netanyahu’nun huzurunda Beyaz Saray’da imza ettikleri işgali meşrulaştırmaya yönelik kararname BM Güvenlik Konseyi’nin 497 sayılı kararını da açıkça çiğnediği için Türkiye’nin yanı sıra Avrupa Birliği ülkeleri, Rusya ve daha pek çok ülke tarafından kınanıp protesto edildi. BMGK’nin söz konusu kararı İsrail işgalini hiç beklenmediği kadar net ve sert şu ifadelerle açıkça gayrı meşru ilan ediyor: “İsrail'in işgali altındaki Golan Tepeleri'nde kendi kanunlarını, yargısını ve idaresini uygulama kararı hükümsüzdür ve uluslararası hukuki geçerliliği yoktur.” Daha öncesinde BMGK’nin 22 Kasım 1967 tarihli ve 242 sayılı kararında da İsrail’in işgalini açıkça kınayan ve çekilmesini talep eden net vurgularda şu ifade geçer mesela: “Filistin topraklarının silahlı güçler eliyle işgal edilmesini kınıyoruz. İsrail Ordusu işgal ettiği bölgelerden çekilmelidir.

Sözler Güzel Fakat Eylem Yok

Peki, Golan Tepeleri’nin statüsünü BM değiştirmediğine göre ve İsrail’in hamisi ve Amerika’nın en yakın müttefiki olan İngiltere’nin dahi derhal ve açıkça “Golan Tepeleri'ni İsrail işgali altındaki toprak olarak görüyoruz. İsrail'in 1981'deki ilhakını tanımadık ve tanımayı da planlamıyoruz” beyanıyla karşı çıkarken sürecin başarıya ulaşma imkânı nedir? İspanya ve Kanada gibi Rusya’nın da işgal ve ilhakı kesinlikle tanımayacaklarına ilişkin beyanlarının yanına Avrupa Birliği’nin konuya ilişkin şu beyanını koyalım: “Golan Tepeleri dâhil İsrail'in 1967'den beri işgalinde olan topraklar üzerindeki egemenliğini tanımıyoruz.

İyi de İsrail’in işgal altında tuttuğu Filistin, Lübnan ve Suriye’ye ait topraklara karşın şimdiye kadar hangi diplomatik ve ticari yaptırımlar uygulandı ki fiili durumun değişme olasılığı üzerinde duralım? Tabii Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan’ın zillet içeren tutumları yanında fiili tutuma dönüşmemiş olsa da bu tepkilerin anlamlı olduğunu inkâr etmeyelim. Çünkü olayın birinci dereceden sorumlusu Beşşar Esed’ten ses soluk çıkmadı. Buna karşın kimliği ve yetkisi meçhul bir Baas sözcüsünün ajanslara kırık dökük, utangaç beyanatlar verdiği görüldü.

Genel olarak Batı’nın özelde Amerika’nın Siyonist İsrail’in işgal, tehcir ve katliam üzerine kurulu rejimini kayıtsız şartsız desteklediği gözler önünde zaten. Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tek yanlı kararla atılan adım öteden beri devam eden provokasyon politikalarını hızlandırmak ve yaygınlaştırmaktı elbette.

Golan Tepeleri’ne ilişkin sergilenen tutum İsrail’in yayılmacı ideoloji ve askeri politikalarına hız kesmeden devam anlamına geliyor. Golan Tepeleri Şam’a 60 km mesafede ve bölgenin en yüksek dağlarına sahip olması hasebiyle askeri açıdan stratejik üstünlük sağlıyor. İlaveten en zengin su kaynaklarını barındırıyor ve geniş tarım alanlarını besliyor. Ne var ki 1967’de hem Savunma Bakanı hem de Hava Kuvvetleri Komutanı olan Hafız Esed’in en baskın aktör olduğu Baas rejiminin İsrail’e adeta terk ettiği Golan Tepelerini işgalde kurtarmak için 52 yıldır yaptığı hiçbir şey yok.

Despotizmi Maskeleyen Söylem: Direniş

1981’de İsrail, Golan üzerindeki işgalini ilhaka çevirdiğini ilan etti ama Esed’in lideri olduğu Baas cuntası askeri bir karşılık verme siyasetini dile getirmeye dahi cesaret edemedi. Ancak tam bir yıl sonra tanklar kuşattığı Hama ve Humus’u savaş uçaklarıyla harabeye çevirmekte son derece cevval davrandı. Çünkü tipik Üçüncü Dünya rejimlerinden biri olarak Hafız Esed’in ordusu da tamamen halka karşı savaşacak bir iç ordu olarak yapılandırılmıştı çünkü. Halkına kan kusturur, evlerini başlarına yıkar lakin mesele sıra İsrail’e gelince miskin bir kedi gibi usulca köşesine çekilir.

Suriye rejiminin İsrail’le resmi olarak savaş halinde olduğu ortada. Ancak resmi savaş durumu ve karşılıklı sert beyanlar, tehditkâr söylemler Suriye ve İsrail arasında 1967’den bu yana kurulan gerilimli dengeyi neredeyse hiç bozmuyor.

İsrail’in son sekiz yılda Suriye’nin hemen her şehrine yönelik sayısız hava saldırısı oldu. Suriye rejimine ait askeri noktaları vurduğu gibi İran ve Lübnan Hizbullah örgütüne ait askeri hedefleri de sık sık vurdu İsrail. Dünya kamuoyuna “Direniş Ekseni” olarak pazarlanan anti-emperyalist ittifakın bileşenleri Baas/Esed rejimi, İran ve Hizbullah ise İsrail’e hiçbir karşılık veremeden sadece Suriye halkını katletmeye odaklandılar. Birlikte yaktılar yıktılar Suriye’nin bütün şehirlerini, birlikte katlettiler, tehcir ettiler kadınıyla çocuğuyla Suriye halkını. Sıra bir türlü işgalci küçük şeytanla, en yakın düşman İsrail’le çatışmaya gelmedi, gelemedi.

Trump’ın imzaladığı kararname bir açıdan Amerika’nın emperyalist politikalarının devamını ve Siyonizmle kayıtsız şartsız dayanışmasını teyid eder nitelikte. Amerika ve İsrail’i güçlü kudretli kılan, umarsızca işgal ve ilhak politikalarını yaygınlaştırmasına zemin hazırlayan aktörler sadece Batı’dan ibaret değil. Suudi Arabistan ve Mısır’ın oynadığı işbirlikçi rolü tartışırken İran ve Esed/Baas rejimin rolünü nasıl olur da görmezden gelebiliriz?  Farisi-Şii hegemonyasını derinleştirmek adına on binlerce militanıyla Suriye ve Irak’ta Sünni Müslümanları kesip biçmek üzere konuşlanan İran’ın Suudi Arabistan ve Mısır’ın sergilediği işbirlikçi pozisyondan daha korkunç bir misyon yüklendiği aşikar değil mi?

Filistin topraklarının, Golan’ın demografik yapısını İsrail nasıl değiştiriyorsa benzer yöntemlerle Suriye ve Irak’ın demografik yapısını da değiştirmek üzere İran elindeki bütün askeri-siyasi araçlarla seferber oluyor. Arap Birliği ve İslam İşbirliği Teşkilatı basit bir figür olarak ya suya sabuna dokunmayan lakırdılar sarf ediyor ya da sessiz kalıyor. Bu süreçlerde İran, İsrail’e karşı en yüksek perdeden sürekli tehditler savuruyor, şantajlar yapıyor. Ancak İran orduları namlularını hiçbir zaman İsrail’e doğru çevirmiyor. Aksine güya kardeşim dediği, vahdet aradığı, mezhep farklarını gidermek istediği Sünni Müslüman halklara ve coğrafyalara doğrultuyor namlularını.

Büyük Şeytan, Küçük Şeytan, Kudüs Ordusu, Direniş Ekseni, Vahdet Toplantıları vs. slogan ve sembolleri İran’ı Suudi Arabistan ve Mısır gibi despotik, işbirlikçi rejimlerden daha temiz ve daha masum kılmıyor asla.

İsrail’i pervasızlaştıran, Amerika’yı daha bir nobranlaştıran aktörler uzakta değil tam dibimizde, yanı başımızda basit bir çadır kurmuşlar ‘direniş’ adında bir müsamere oynuyorlar. Sürüp giden bu çadır tiyatrosu Amerika ve İsrail’e ön açıyor. Bu çadır tiyatrosuna, bu çirkin müsamereye açık ve net bir tavır almadıkça zilletin derinleşmesini engellemek mümkün görünmüyor. Amerika ve İsrail’i geriletmenin, bölgeden el çektirmenin yolu Suriye’den, Irak’tan, Mısır’dan, Afganistan’dan, Yemen’den, Libya’dan geçiyor çünkü.