İnsani yardım nereye kadar?

Kürşat Bumin

Geçen hafta cuma günü akşamı bir televizyon kanalının (Samanyolu) düzenlediği "insani yardım" kampanyası büyük ilgi gördü. Televizyon ekranında az sayıda da olsa başka yardım kampanyaları ile de karşılaşmıştık. Ama içlerinde en başarılısı sonuncusu oldu. Toplanan 25 milyon lira civarındaki yardım Somali'de açlıktan kıvranan insanların ve hayvanların acısını az da olsa azaltacaktır.

Bildiğiniz gibi yardımseverleri ekran başına toplayarak düzenlenen bu bağış kampanyaları dünyada 50'li yılların ortalarından beri (ABD'den başlayarak) sık tekrarlanan bir yöntem. "Telethon" ("televizyon" ve "maraton" sözcüklerinden türetilmiş) olarak adlandırılan bu yöntemin televizyonun hayırlı işlevlerinin başında geldiği muhakkak. Biz bu yöntemi henüz yeni yeni keşfediyoruz. Bu programlara ülkenin tanınmış simalarının katılması da âdetten.. Ancak bu "tanınmış simalar"ın "tanınmış müteahhitler" olmaması şartıyla tabii ki! Çünkü sonuç olarak bu kampanyaların amacı kimi şirket ya da kişilerin bağışladıkları üç-beş kuruşla "hayır duası" almaları değil, yardımın ulaşacağı kişi ve kuruluşları ön plana çıkartmaktır. Oysa baktım geçen günkü "insani yardım" kampanyasının haberlerine, ön planda 100 bin liradan fazla bağış yapan insanların fotoğraflarıyla bezenmiş. İnşa ettikleri "rezidans"larda tek bir odayı ("stüdyo" tabir edilen) minimum 250 bin liradan pazarlayan müteahhitlerin Somali'ye 100, bilemedin 250 bin lira bağışta bulunarak büyük "haber olmaları"ndan daha ucuz bir reklam tarifesi var mıdır bu ülkede? ("Kant Ahlakı"na çok da yakın olmamama rağmen, bu örnekte filozofun "ödev ahlakı"dan yanayım! Hani bir el verirken diğer elin bile haberi olmayacaktı?)

Şimdi de "Telethon"dan çıkıp Somali başta olmak üzere Afrika Boynuzu'nda milyonlarca insanı evinden-köyünden-canından eden çok büyük Açlık-Susuzluk sorununa:

Kendimizi dünyada bu konuda da ulaşılamaz konumda görmeyi ve söylemeyi sevsek de, bizden uzak diyarlarda yaşanan benzer trajedilerden etkilenip seferber olmamızın tarihi de o kadar gerilere gitmiyor sanki... Bu hususu özellikle şu nedenden dolayı hatırlatıyorum: Afrika'da bir kere daha -söylendiğine göre bu zamana kadar yaşananlar içinde en etkilisi- kendisini gösteren Açlık-Susuzluk felaketi etrafında bugünlerde yazılıp çizilenlere bakacak olursak bazı kalemlerin Türkiye'nin bu konuda sergilediği hassasiyete de fazla özel bir önem atfettiklerini gözlemliyoruz. Bu gayretin doğal sonucu da -haliyle!- Batı'nın gelişmeler karşısındaki "duyarsızlığının" vurgulanması oluyor. Oysa –herhalde- hemen herkes biliyor ki, "Batı" toplumları Afrikada giderek büyüyen Açlık-Susuzluk sorunununu yıllardır düşünüyor, sorguluyor ve çözüm yolları öneriyor. "Duyarsız" bulunan Batı'dan kasıt bu ülkeleri yöneten "hükümetler" ise bu değerlendirme yine yanlış, çünkü söz konusu hükümetler de büyük ölçüde "tarımsal yakıtlar"a ("Biyoyakıtlar") ilişkin benimsedikleri enerji politikası tarafından -yani "kapitalizm"in çerçevesini çizdiği politika tarafından- esir alınmış durumda. Afrika'daki Açlık-Susuzluk sorunundan söz eden bir yazıyı (Temmuz ayında yayımlanmış) yeni okudum. Yazar, Afrika'da Açlık-Susuzluk sorununu görüşecek olan G20'nin gündeminde "tarımsal yakıtlar" diye bir konu başlığının bulunmadığını -tabii ki kınayarak- hatırlatıyordu. Oysa yıllardır pek çok uzmanın belirttiği gibi Afrika'daki Açlık-Susuzluk'un önemli nedenlerinden birisi bu "tarımsal yakıtlar" meselesidir. Tıpkı Mebrure Bayram'ın -"Eko-Anarşi" felsefesi çerçevesinde- birazdan uzun bir alıntı yapacağım "Araba deposu mu doyacak, yoksullar mı?" ("ecotopianetwork") başlıklı yazısında sorduğu gibi.

"Alternatif enerji kaynakları arasında en çok sözü edilenlerden biri biyodizel ve biyobenzin. Biyobenzin arpa, buğday, mısır gibi bitkilerden üretiliyor, biyodizel ise kanola, ayçiçeği, soya, aspir gibi yağlı tohumlardan. Tüm dünyada çevre dostu ve yoksul ülkelerin petrole bağımlılıktan kurtuluş umudu olarak sunulan bu yakıtlar ülkemizde de "yurtsever benzin" adıyla meşhur oldu. Tüm bu unvanları ne kadar hakettikleri ise epey tartışmalı. (...)

Avrupa, 2010'a kadar karada kullanılan araçların yakıt ihtiyacının %5,75'ini, 2020'ye kadar da %20'sini biyolojik kaynaklardan karşılamayı planlıyor. ABD ise yılda 35 milyar galon biyolojik yakıt üretmeyi hedefliyor. Söylenenler kağıt üzerinde şık duruyor. Yalnız şöyle bir sorun var; bu planlar uygulandığında Avrupa'nın ekilebilir topraklarının %70'i, ABD'de ise mısır ve soya mahsulünün tamamı biyolojik yakıt üretimine ayrılmak zorunda. Başka bir deyişle; ABD'nin mısır ve soya üretiminin tamamı biyobenzin ve biyodizel üretimine ayrılsa bile ülkenin benzin ihtiyacının ancak %12'si, dizel ihtiyacınınsa %6'sı karşılanabiliyor. Benzin ve dizel ihtiyacının tamamı bitkilerden karşılandığında ABD yüzölçümünün %38'inin mısır üretimine %26'sının soya üretimine ayrılması gerekiyor. Bu, gıda sistemini yerlebir etme pahasına hayata geçirilemeyeceğine göre üçüncü dünya ülkelerine yönelmek kaçınılmaz hale geliyor.(...)

Biyoyakıt üretiminde kullanılan kanola, soya, mısır vb. bitkilerin büyük oranda genetiği değiştirilmiş bitkiler olması da bu konudaki soru işaretlerini artırıyor. Gıda, tohum, genetik mühendisliği gibi alanlarda çalışan tekellerle petrol ve otomotiv alanında çalışan tekellerin yaptıkları ortaklık anlaşmaları niyetin ne olduğunu apaçık belli ediyor. (...)

Kuraklıkla ilgili sorunlar bu kadar yoğun yaşanmakta, gıda üretimi yapılan araziler susuzluk çekmekteyken yakıt üretimi için su harcanması pek mantıklı olmasa gerek.

Görünen o ki, ya yağlık bitkiler dışarıdan ithal edilerek uluslararası tarım ve gıda tekellerine para kazandırılacak ya da gıda üretiminde kullanılması gereken araziler araba depolarını beslemeye yarayacak.

Biyoyakıtların dünyaya bir fayda sağlayıp sağlamayacağını anlamak için önce aşağıdaki sorunun yanıtını vermek gerekiyor. Hangisinin doyurulması daha öncelikli; araba depoları mı, insanlar mı?"

"Tarımsal yakıtlar"ın Afrika'da yaşanan büyük Açlık-Susuzluk sorunundaki yerini-payını ve "insani yardım"ın el attığı bu sorunun asıl nedenlerini de yarınki yazıda tartışalım. 

YENİ ŞAFAK