“İnsan Fiillerinin Failidir” Ya da “Şartlar ve İnsan”

KEVSER ÇAKIR

“İstanbul’u Fatih mi fethetti, yoksa zaten fetih şartları hazırdı da Fatih’e mi denk geldi” sorusunu bir hocamız Tarih dersinde sormuştu. Hemen sonrasında fetih şartlarının hazır olmasından dolayı Fatih’in İstanbul’u fethettiğini ifade etmişti.

Konu üzerine düşündüğümde anlamıştım ki; İstanbul’un fethi, yalnızca şartlar ile alakalı değildi.  Hocanın cevabı da, insanın rolünü saf dışı bırakan bir yaklaşımdı aynı zamanda. Çünkü tarihi süreçlerin, tarih sahnesindeki kişileri etkilediği ve şahısların büyük bir rolü olmadığını iddia etmek, insanı nesneleştiren, etkisizleştiren, sorumluluklarını yok eden bir anlayışı ortaya çıkarıyor/du.

Bu iki yaklaşıma örnek vermek gerekirse; J.J Rousseau der ki “Olan olması gerekendir”, fakat karşı görüşe sahip olan bir başka düşünce akımı da (Mu’tezile) der ki, “insan eylemlerinin failidir.”

Örneğin, Orta Asya steplerine sıkışan kavimlerin önünde iki seçenek vardı ya batıya doğru ilerleyip her şeyi yağmalayacaklardı ya da şartlara uyum sağlayıp bir yönetim ve üretim ilişkisi tesis edeceklerdi. Hun İmparatorluğu ve Moğollar yağmayı ve katliamı seçerlerken, aynı steplerden gelen farklı uzuvlar, Selçuklu ve Osmanlı devletlerini tesis etmişlerdi.

Bu konuda insanlık tarihi boyunca her iki görüş de var olmuştur, fakat insanı tarihin bir sonucu olarak gösteren yaklaşımlar genelde, insanları köleleştirmek ve kişinin özgürlüğünü ortadan kaldırmak için kullanılmıştır. Örneğin, Mısır’da Firavun yönetiminde veya Hindistan’da kast sisteminde olduğu gibi… Genelde egemen sınıflar; “ben seçilmişim, bu rol bana verildi” diyerek, insanlara statülerini, bulundukları yeri kanıksatmaya ve içselleştirmeye çalışmaktadır.

Burada buz dağının görünmeyen (ya da gösterilmek istenmeyen) kısmı şu ki, şartlar sabittir ama şartlar sonucunda ortaya çıkan duruma, insanların verdiği tepki sabit değildir. Troçki ile Stalin aynı şartlarda olmalarına rağmen, verdikleri tepkiler farklı olduğu için Stalin iktidar olmuştur.

Sorumluluğu kendimiz dışındaki olaylara mal edersek, hayat tarihsel verilere göre işleyip durursa; insanın iradesinden, sorumluluğundan ve elbette ki özgürlüğünden bahsedilmesi mümkün olmayacaktır. Hele biz müslümanlar için bunu kabul etmek demek, “imtihan”ı yok saymak demektir.

Zamansal ve mekansal veriler ve şartlar insanı etkilemektedir. Kudüs’ün Haçlılar tarafından işgali Selahaddin’i, İran’daki zalim Şahlık rejimi Ali Şeriati’yi, Küba’daki acı ve sömürü Che’yi, Hindistan’daki katı kast sistemi Gandi’yi, Rusya’daki açlık ve toplumsal bozulma da bize Dostoyevski’yi kazandırmıştır. Fakat burada şunu sormak gerekir aynı koşullara rağmen, neden bir başkası ya da başkaları Selahaddin, Ali Şeriati, Che, Dostoyevski ya da Gandi olamamıştır. Sebepler birer hakikattir ama bu hakikatler, mutlaklaştırıldığı takdirde kimse yargılanamaz ya da mükafatlandırılamaz. Şu halde zalim ya da mazlumdan söz edilemez. Bu durum ahlak kavramıyla beraber insanın da tamamen erimesine, basit birer nesne haline gelmesine neden olur. Nihayetinde insan öznedir, tarihi şartlar iradesini zorlayabilir ama insan o şartları da zorlayabilecek potansiyele sahiptir.

Bu gerçeğin küçük bir tezahürünü, geçenlerde değerli bir kardeşim ile konuşurken fark ettim. Kendisi İstanbul’da oturduğu halde, Ankara Üniversitesi’ne gitmek durumunda kalan bir kardeşimiz; Ankara’daki imkansızlığa, yalnızlığa ve hatta soğuğa rağmen bir irade ve özveri göstererek müslüman gençler ile bir araya gelmiş, hayırlı bir birlikteliğin ilk ve en zor adımını atarak, Hür Beyan Hareketi’nin kurulmasına vesile olmuştu.

Böylece Ankara’nın şartlarını aşarak birer fail olmaya karar veren arkadaşlarımız, mütevazı bir yola çıkmışlardı. Şartlar eylemlerimizi belirleyen yegane unsur değildi. Bu eylemin devamlılığını sürdürmenin önemine vurgu yapıyordu kardeşimiz. Bir kez daha anladım ki, Müslümanlar seçilmiş insanlardı ancak seçilmiş insanlar gibi davrandıklarında…