İnanç Sorunları ve İslam Dünyasının Geleceği –III-

RECEP ARDOĞAN

Aydınlanma döneminden itibaren, çeşitli inanç sorunları baş göstermiştir. Bunların başında deizm gelmektedir. Deizm, evrenin düzen içinde işleyişini sağlayan plan ve nedenselliği belirledikten ve evreni harekete geçirdikten sonra onunla ilişkisini bitiren, bir daha ona karışmayan Tanrı inancıdır. Deizmin akla ve bilime güvenle, determinizmle, mekanizmle çok yakın bir ilişkisi vardır. Deizm bilimin aradığı kesinlik için teolojik bir temel oluşturur. Bu temelde bilim de insanın tüm gizlerini keşfederek bilinç ve iradenin nasıl karar verdiğini formüle etmeyi amaçlar.

Deizm, gündeme İslam’ın en temel meselesi olan nübüvveti koymaktadır. Nübüvvet yani Peygamber inancı, İslam ile tüm diğer din ve metazfizik inançların ayrım noktasıdır. Bu nedenle, peygamber inancının ifade edildiği “muhammedun rasûlüllah” cümlesi, imanın en özet ifadesi, başka bir deyişle icmalî imanın en alt sınırıdır. Bir kimse hz. muhammed’in Allah’ın rasulü olduğuna iman etmekle O’nun Allah katından getirdiği her şeye de iman etmiş olur. İçeriğini ve ayrıntılarını bilmese bile…

Deizm, determinizmle birleşerek, mucizeyi de reddetmektedir. Çünkü Deizme göre Allah, evrenle ilişkisini kesmiştir. Tabiat kendi başına, ona kodlanmış olan kanunlarla kesintisiz olarak işlemektedir. Oysa mucize, Allah’ın insan ve topluma inayetinin bir tecellisi olarak doğadaki işleyişe müdahaledir. Doğa yasalarını peygamberliğin delili olarak geçici olarak askıya almasıdır.

Günümüzde, hissî yani duyularla algılanan mucizelerin inkârı, çağdaş bir zındıklık olarak karşımıza çıkmaktadır. “Allah’ın kendi koymuş olduğu tabiat kanunlara neden müdahale ettiği” sorulmakta, bunun tabiat kanunlarını koymanın mantığına aykırı olduğu ileri sürülmektedir? Oysaki kelamcılar, bu sorunun cevabını açık ve net olarak vermişlerdir. Allah, doğadaki işleyişe, insana olan inayetinin bir tecellisi olarak peygamber gönderdiğinde, peygamberi doğrulayan ayetler olarak mucizeleri var etmektedir. Doğa-üstü (hâriku’l-âde, normal işleyişi delen) bir olayı ancak onu yaratan gerçekleştirebilir. Allah’ın işareti, O’ndan başkasının asla yapamayacağı olağanüstü bir olayı yaratması olabilir. Allah, mucizeyi yaratarak Peygamberinin doğruluğuna ilişkin bir kanıt sunmaktadır. Yoksa hikmetsiz olarak yaz ortasında kar yağdırmamaktadır.

Elbette, mucize, inanacak insan için delildir; onun basiretini açar. Yoksa mucize, insanı iman etmeye icbar etmez. İcbar etse de gören herkes mecburen Müslüman olsaydı, imtihan olayı da gerçekleşmezdi.

Ortaya çıkan çağdaş inanç sorunlarından biri de insanın hevasını putlaştırmasıdır. Aslında bu insanlığın kadim bir sorunudur. Ama Aydınlanma sonrasında bu, felsefî-metafizik bir düşünce olarak temellendirilmeye çalışılmıştır.

Bunu örneklerinden biri ateistik varoluşçuluktur.

Varoluşçuluk karşımıza farklı şekillerde çıkmakta; insanın, toplumun, hayatın, ahlakın anlamına ilişkin çok farklı şeyler söylemektedirler. Ateistik varoluşçuluk (atheistical existentialism) ise, Jean Paul Sartre’da, doğrudan “fıtrat”ı hedef almaktadır. Bu düşüncede, insanın özgür olması için Tanrı’nın olmaması gerekir. Neden? Çünkü insan O’nun tarafında yaratılmış olursa, Allah tarafından insana yüklenen bir mana, bir maneviyat potansiyeli, yaratılış amacı olacaktır. İnsan özünü ve varoluşunu tam bir özgürlük içinde gerçekleştiremeyecektir.

Yaratılış inancında, insanın yaratılıştan gelen bir anlamı ve yaşam gayesi vardır. İnsan, bu gayeye göre yaşamalı, fıtrata uygun yaşamalı, önceden Allah’ın belirlediği insanî değerleri gerçekleştirmeye çalışmalıdır. İşte ateistik varoluşçuluk, bunu reddetmektedir. Humanizm (bunun diğer ayağı faşizm’dir) ile batı insanı kendini yüceltirken, ateistik varoluşçuluk da aslında, insanlığın önündeki ortak değerler alanını ortadan kaldırmaktadır. Artık, insanın düşünce ve davranışlarına yön verecek cihanşümul ahlaki ilkeler ve değerler kalmamaktadır. İnsan, bunları sıfırdan kendisi yapacaktır. İnsanlığın manevi değerlerinden hiçbir şey almayan insanın bunu nasıl yapacağı da gerçek anlamda bir muammadır. Bu çerçevede,  ateistik varoluşçuluk, Kur’an-ı Kerim’de “Hevasını ilah edineni gördün mü?” ayetiyle işaret edilen insan için felsefî bir temel sunmaya çalışmaktadır. Daha açık ifadeyle, insanın hevasını putlaştırmaya felsefî temel kurmaya çalışmaktadır. Oysaki,

- Maddenin ötesinde ve tüm nedenselliklerin (determinizm ve kozalite) üstünde bir yaratıcı inancını kaldırınca, insan ve toplum ya kör rasgeleliğin ya da katı determinizmin esiri olmayacak mıdır?

- Sonsuz ilim ve hikmet, mutlak irade sahibi Allah'ın insana bilinç ve irade verdiğini inkâr edince, insan tabiatın sınırlarına hapsolmuş olmaz mı? Ona bilinç ve irade nereden gelecektir?

- Dahası, yaratılışın insana verdiği manayı kaldırdıktan sonra insanoğlu, hangi temel üzerine neyi inşa edebilir?

- Allah ve fıtrat kavramını tümden reddettikten sonra insan yalnızca içgüdüleri ve dürtüleri ile baş başa kalmayacak mıdır? Din kaynaklı ahlak ilkelerini toplumdan tevarüs eden insanın sapmalarını, zulüm ve günahlarını düşününce, bu ahlak ilkelerinin olmadığı bir dünya nasıl olur?