İktidar Seçkinleri Milletin Kaderi Değil!

SİNAN ÖN

Hz. Adem ve Havva’yı iki şeyle kışkırtır Şeytan; mülk ve ebedilik. Neticede ikiside iktidar arzusundan kaynaklanır. İnsanoğlunun serüveninde iktidar hırsı şehvete dönüşür. Foucault olguyu; “teşvik eden, tanımlayan ve baştan çıkaran” olarak tanımlar. İktidarın bu kışkırtıcı yönü saygınlık göstergesi haline gelir. İktidardan alınan pay ile belirlenen bu saygınlığa sahip olmak için her türlü yol mübah görülür.

İktidar, salt siyasal iktidarla açıklanan bir olgu değildir. İktidarın toplumsal doğası; toplum ilişkilerinde, aile yapılarında, sermayede, bilgide, medyada kısaca her yerdedir. Emir ve itaat ilişkisiyle, etki ve kapasite göstergesi olarak toplumun tüm düzeylerinde yaşanan bir olgudur.

Belli birey ve grupların iradelerini diğerleri üzerinde dayatması sonucu oluşan toplumsal iktidarın üç temel boyutundan söz edilebilir. Nadir olan mal ve kaynakları elde tutan ekonomik iktidar, fiziksel zor kullanma araçlarını elde tutan siyasal iktidar ve otoritenin fikir ve inançlarını elde tutan ideolojik iktidar.

İktidarın işleyişi, paylaşımı ve dağılımı konularında birçok farklı yaklaşım olmakla beraber ülkemizde en yaygın şekli “seçkinci elit iktidar”dır. Kökleri M.Ö 4.yy’a kadar götürülebilen bu iktidar azınlık iktidarıdır. Toplumun bilge bir kral, mülk sahibi veya soylu bir azınlık sınıf tarafından yönetilmesi gerektiği kanısına dayanır! İktidarın toplumda eşitsiz bir şekilde dağılması kaçınılmaz evrensel bir gerçektir. Örgütlenmiş, aralarında uzlaşmış azınlıklar her zaman örgütsüz yığınlara hükmeder ve onları tahakküm altında tutar. Dağınık, örgütsüz, kendi içinde çelişkilerle dolu yığınlar, zorlanmadan yönetilir. Bu iktidarı kabul ettirmek için inandırma, hukuk belirleme ve korku salma yöntemleri kullanılır.

Yığınlar genellikle siyasetle ilgilen(e)mezler, yukarıdan bir dayatma olmayınca harekete

geç(e)mezler ve yönetilmeye muhtaçtırlar. Bu yüzden seçkinler örgütsüz yığınların çıkarı için onlar adına sorumluluk alarak fedakarlık yapan gruplardır!!..

Bu grup; dışa kapalı, kendi içinde süreklilik arzeden, ortak çıkarları olan, militarist rejimlerin askerlerinden, kapitalist rejimlerin sermayedarlarından yani iş, ordu ve siyaset üyelerinden meydana gelen “politik bir cemaat”tir. Modern dönem elitizm temsilcilerinden Robert Michels’in “oligarşinin tunç kanunu” olarak tanımladığı azınlığın iktidarı tüm yönetim biçimleri için kaçınılmaz olarak görülür!

Seçkinci grup gerekirse değişebilir ancak değişmeyen tek gerçek bu oligarşik yapıdır. “Elit dolaşımı” adı verilen bu değişim toplumsal patlamaları engelleme işlevi gören “düzenin sigartasıdır.”

Ülkemizde siyaset bu seçkinci gruplar üzerinden dizayn edilmiştir yıllarca. İktidar seçkinleri bir “Tanrı edasıyla” batılı toplumlardan aldıkları soyut kavramlarla toplumun giyim, eğlence, ibadet ve iş düzeni üzerinde despotlaşır. Başka toplumların sevinçlerinden, kaygılarından, inanışlarından tüketiciliği, taklitçiliği üreterek siyaset yaparlar.

Despotizm, herşeyi tüm ayrıntısına kadar yönetme arzusu ile kendini dışa vurur.Taktırdıkları şapkalara ya da taktırmadıkları başörtülerine yansır bu despotizim. Kıyafet faşizminin tekil kıyafet baskısı ancak tüketim toplumunun hızla üretilen, hızla tüketilen sürece girmesi ile son bulur.

Modernleşme sürecinin iktidar seçkinleri, sorunlarımızı Batı’dan taşıdıkları soyut fikirlerle çözebilecekleri zannını taşırlar. Parti, parlamento ve oy gibi modern politik araçları kabul etmekle demokratik bir siyasal ortam oluşturduklarını düşünürler. Ancak siyasal elitler demokrasiyi Fransız deneyimi ile yorumlayarak baskıcı bir atmosfer geliştirirler. Halbuki Sait Halim Paşa’nın dediği gibi; “biz ne sınıf ne de mezhep kavgaları yaşamamıştık ki!”

İktidar seçkinleri kalıtsal bir meslek olarak iktidarı tekellerinde tutma davranışına girerler. Baba, aile ve akrabadan oluşan çoğu memur kökenli seçkinler “çoğulcu saltanatı” kurarlar.

Yeni kurulan devletin ilkeleri Osmanlı’ya “reddi miras” yaptığını iddia eder fakat Osmanlı iktidar geleneğinin birçok uygulamasını devam ettirmektedir. Bunlardan birisi de “siyaseten katl” meselesidir. Osmanlı, saray dışındaki güçlerin siyasete katılmalarını “devletin bekası” gerekçesi ile yasaklar. Cumhuriyet iktidarında ise devlet siyasetin öznesi,  halk nesnesidir. Siyaset iktidar seçkinleri tarafından üretilip halka empoze edilen bir süreçtir.

Kuruluş şartları ile yeni iktidarın ideolojisi “kurtarıcılık” söylemiyle şekillenir. “devleti kurtarma” sloganıyla hareket eden elit seçkinler, sonra “halkı kurtarma” eylemine geçerler. Halkçılık ile yüceltilen halk, kısa sürede adam edilmesi gereken topluluk halini alır.

Yüceltilerek devre dışı bırakılan halk karşısında iktidar seçkinleri gettolaşır. Yaşam alanları, çalışma ortamları, çalışma özneleri, eğlence mekanları, dolaysıyla siyaset üretilen ortamlar halktan kopuk ve uzak yerlerdir. Site içerisinde iki katlı bahçeli evler, lojmanlar, tatil evleri, yurtdışı gezileri, özel servis araçları, yüksek maaşları ile ayrıcalıklıdırlar. Böyle bir yaşamsal düzen toplum dışı, toplum üstü birlikteliği üretir. Halkın tüm değerlerine yabancılaşılır.

Ayrıcalıklı konumları iktidar hırslarını kışkırtır ve bastırılan bir toplum düzeni kurmaya çalışırlar. Siyasal örgütlenme araçları engellenir. Devlet,“halk devletidir” ütopyasına rağmen bu halk, tekçi bir anlayışla yukarıdan aşağıya dönüştürülmeye çalışılır. Askeri akıl”  ile oluşturulan toplumsal örgütlenmeler sonucu yönetenler “komutan” halk ise “asker” olur.

Bastırılan toplumsal irade ile “devlet işi” olan siyasetle uğraşmak “devlet suçu” olur. İktidar seçkinleri, siyasetin üreticisi ve uygulayıcısıdır. Halk ise seçkinlerin uygun gördüğünü onaylayan bir pozisyondadır. Nitekim bu durum devlet-hükümet ikiliği ile yıllarca seçilen hükümetlerin iktidar seçkinleri karşısında muktedir ol(a)mamalarına sebep olur. “Halkın iradesi” merkeziyetçi siyasal geleneğin onayladığı ölçüde iktidara ortak olmuş, bunun aksi durumlarda kışkırtılan iktidar hırsı toplumu darbelerle bastırmaktan geri kalmamıştır!

İlkelerin değil kişilerin önemli olduğu sistemde, halka değil elitlere hizmet eden şahıslar seçilir. Bu seçimlerde; liyakat bağlamında adaleti uygulamak adına iktidar hedeflenmez, iktidarın güç ilişkilerini kullanarak ayrıcalıklı bir sınıfa üye olmak amaçlanır.

Bu ayrıcalıklı sınıfın siyasal pragmatizmi “ulusal çıkar” ile açıklanır. Her türlü ilkesiz ve anlaşılmaz tutum bu tez ile meşrulaştırılır. Örn; TKP yönünü batıya dönen Mustafa Kemal tarafından Rusya ile ilişki kurabilmek adına kurulur. Aynı güç pragmatik işlevi kalkınca partinin lideri Mustafa Suphi’yi öldürür. Egemen politik erkin hiçbir etik temeli yoktur.

Bu durum her türlü pragmatizmin uç noktalarda yaşanmasının sebebidir. Siyasal ruhbanlar aykırı siyasal eğilimleri “düşman odaklar” olarak görüp kendi siyasal çıkarlarını “ülke çıkarları” ile eşdeğer tutarlar.

Bu pragmatizmin bir diğer unsuru da demokrasidir. Ulus egemenliği söylemi ile demokrasi tekil bir hakikat olarak sunulur ve farklılıkları içinde taşıyan değil eriten bir araç olarak kullanılır. Türk siyasal düşüncesinde aydınlanmacı bir boyutta algılanan kavram dinden kopuk olduğu için “Tanrı kanunları yerine, ulus kanunları” şeklinde hayat bulur. Kuşkusuz ulusda seçkinlerin siyasal konumlarını meşrulaştırmaya yarayan bir icattır. Elitist demokrasi anlayışının dine karşı düşman tavrı, kavramın “küfür” olarak müslümanlar tarafından reddedilmesini gerekli kılar. 

Buna rağmen İslam’da siyasal pragmatizmin araçlarından birisidir. İktidara gelmek, içe dönük mesajlar vermek İslam’ın referansları ile sağlanmaya çalışılır. Bu durum öyle bir noktaya gelir ki; ülke çıkarları, Allah’a şirk koşmanın birincil gerekçesi olur. “Kalbinde iman elinde Kur’an geliyor nurlu Süleyman” sözlerinin sahibi yeri gelir; “ bugün Kur’an’ın ahkam ayetlerine dönmek irticadır” der! Fakat İslam’ın bütünleştirici misyonu “çoklukta birliği” sağlama adına kullanılmaktan geri kalınmaz!

 

Demokrasi, insan hakları, hukuk devleti gibi kavramlar “hayalet kavramlar” dır. Batı’dan hayalet kavramlar ithal edilmesine diren(e)meyen toplumlar despotik işbirlikçilerden  kurtulamaz. Bu despotlar homojen toplum arzusu ile siyasal mühendislik yaparlar. Etnik, mezhep ve kültür tekilleştirilerek siyaset üretilir.

 

Türkiye’de iktidar paylaşımında merkez ile çevre ikilemi vardır. Merkez; iktidar sahibidir, dışlar, tecrit eder, damgalar, marjinalleştirir, kaynakların başına oturur, tüketme bilincindedir, bilgiyi tekelinde tutar, bu ülkenin ruhuna yabancıdır, mazlumun sesini duymayandır, kökü dışarıdadır. Merkez, Elit iktidar seçkinleridir.

 

Çevre ise; güçsüz bırakılandır, iktidar dışı kalandır, çıplak gerçekliklerle ayakta durandır, dışlanandır, uyumsuzlaştırılandır, “terbiye” olmayandır, yoksullaştırılandır, müslümandır, Kürt’tür, mustazaflaştırılandır, taşradır, yerli olandır. Çevre, asli değerlere sahip olandır. 

Merkez çevreyi unutmuş yıllarca yok saymıştır. Çevreyi hatırlayan, merkez elitler ile eşitlemeye çalışan her oluşum mutlak bir direnç ile karşılaşır. Bu direnç hukuksal, kurumsal, örgütsel olarak yapılır. Gerekirse güç kullanılır ama iktidar paylaşılmaz!

15 Temmuz gecesi yıllarca “iktidar seçkinliği” için kendilerini elitlere benzetmeye çalışanlar, “elit dolaşımında” sıranın kendilerine geldiği zannı ile bu güce başvurdular. İlginçtir, meşru iktidarın İslam anlayışını “kökü dışarıda” olarak değerlendiren bu “ılımlı İslam havarileri” kökü dışarıda olan bir ittifak ile bu kalkışmayı yaptılar!

Ergenekon, gezi, 17/25 kalkışmaları arkasından gelen 15 Temmuz darbesi, milletin seçkin evlatları tarafından bertaraf edildi. “Askerin iktidar hırsı biter mi?” sorumuza en güzel cevabı; inancı, iradesi ve onuru için hayatlarını hiçe sayanlar verdi. İktidar hırsına yenik düşüp, gücün kibrine kapılan “apoletliler” ise; kullanılmanın dayanılmaz acziyeti ve zelil olmanın hafifliği ile bedbaht oldular! Onlar zaten yenilmeye mahkumdu! 

Artık, iktidar seçkinlerinin batıcı, laik ve sermayeci zihniyetlerinden kurtulmak için mücadele edilmelidir. Batı çıkarları ile ilişkili seçkinler umutsuz Türkiye’yi temsil ederler. İnsanına güvenmezler. Milletin seçkinleri ise; içinden geldikleri aileleri, bağlı oldukları komşuluk ilişkileri, yaşam tarzları ile asıl Türkiye’yi temsil ederler. Asıl olan ise; Allah’ın iktidarıdır. Müminlere yakışan ise modern iktidar alanları üretmek değil, Allah’ın mutlak iradesine teslim olarak, ahlaki tutumlarla güç üretenlerin üzerine adalet için gitmektir.