İki tür tanıklık

Halil Berktay

Solun o günkü hali ve sonuçlarına “rezillik” dedim diye kıyamet koptu. Söylenenlere ve içerdikleri seviyeye de bakarak düşünüyorum, başka neydi ki diye. Murat Belge’nin Haziran (19 Mayıs) yazısı da üzerine bindi; başka bir soruyu beraberinde getirdi.

1977’de Taksim’deki kaç kişi, gerçekten 1 Mayıs’ı kutlama coşku ve sevincini yaşıyordu dersiniz ? Kaç kişi, işçileri gerçekten seviyordu bir kere ? Kaç kişi, 1886 Chicago Haymarket Massacre’ını (Samanpazarı Katliamı) ve işçi sınıfının iki yüz yıllık bütün acılarını ruhunda hissediyordu ?

Ben solun birçok kesimi için böyle bir şey de olmadığından endişe ediyorum. İşçi “sınıfı” reel bir insanî varlık değil, daha çok teorik bir kavram, üzerinden iktidar mücadelesi verilen bir “nesne”den ibaretti. “Her örgüt henüz iktidar olamamış devlettir” demiş Aytekin Yılmaz (HerTaraf, 21 Mayıs). Bu 1977’yi de çok iyi anlatıyor. Örgüt liderliklerinin gözü o dar çerçevenin dışında bir şeyi görmüyordu.

Temel tahlilimi bir kere daha özetleyeyim : 1970’lerin ikinci yarısında sol (1) son derece fraksiyonlaşmış, ideolojik bakımdan birbirine düşmanlaşmış haldeydi. Bir afiş uğruna adam öldürülüyor, sonra da kabahat başkalarına atılıyordu (bkz 6 Mayıs’ta Yıldıray Oğur’un alıntıladığı, Ümit Kıvanç’ın “Hiç Yanlışsız, Hep Mağdur” yazısı). (2) Silâhlı ve hızla çekip tetiğe basmaya hazır (trigger-happy) bir haldeydi. Her baktığı yerde düşman, polis, Kontrgerilla, faşist komando görüyor; çıt çıksa ateş etmeye başlıyordu.

Bu iki özellik gruplara eşit dağılmıyordu kuşkusuz. İdeolojik düşmanlık TKP-Aydınlık, Sovyet-Çin, “revizyonist” ve “Maocu bozkurt” ekseninde çok yoğundu. Okul ve mahallelerde ülkücülerin saldırısına esas hedef ve muhatap olan, teorik model olarak da kendilerine daha çok Latin Amerika’nın kent-kır gerillalarını seçen THKO, THKP-C ve uzantıları (Dev-Yol, Dev-Sol, Kurtuluş ve “Üçlü Blok”) gibi gruplar ise asıl silâhlı gruplardı. Evet, hemen herkeste bir miktar silâh vardı. İshak Işıtan’ın 20 bin silâhlı İGD’li lâfı bence de uydurma. Ama TKP ve İGD bile tümüyle silâhsız değildi (kritik bir tanıklıkla hatırlatacağım). Öte yandan TKP’yi, TİP’i, TSİP’i ve Aydınlıkçıları karakterize eden, silâhlılık değil ideolojik düşmanlık üretimiydi. Silâhlılık, yukarıda saydığım diğer akımların varoluş halini ifade ediyordu.

Kritik nokta şu : Ne kadar eşitsiz dağılırsa dağılsın, bu iki koşul birlikte, çok patlayıcı bir bileşimdi. 1 Mayıs 1977 faciası, bu ateşin ve bu benzinin yan yana gelmesinin sonucudur. Arada devletin parmağı da varsa, aynı benzine kibrit çakmak şeklinde olmuştur ve bunun da sorumluluğunu gene sol taşır.

Bir örnek vereyim. 4 Mayıs’ta CNN Türk’te Mehmet Karaca bana şu soruyu sordu : Devlet ne gibi önlemler almalıydı ?

Açık söyleyeyim, hiç düşünmemiştim ama bence bu, imkânsızlığı içinde çok anlamlı. Cevabım şöyle :Diyelim ki iyi niyetli bir devlet vardı (ya da devletin bir kertesi, “derin devlet” olmayanı, bir parça iyi niyetliydi) en azından, çok büyük bir çatışma ve hengâme istememek anlamında.

İşte bu farazî “normal devlet” dahi, solun dışından, bilinen idarî, polisiye yöntemleriyle, hiçbir önlem alamazdı göz göre göre yaklaşan felâkete. Bugünden bakınca sorun çok net : Alınabilecek bütün anlamlı önlemler solun kapsama alanındaydı. Her grubun mevzilerini biraz geri çekmesi, maksimalist olmaması, illâ benim dediğim olacak diye inatlaşmaktan vazgeçmesi. Taksim meydanını “bizim” diye bir kale gibi koruma veya “onların” diye fethetme söylemlerinin bir kenara bırakılması. Slogan yarışlarının terki. Ve tabii kimsenin o 1 Mayıs meydanına silâhlı gelmemesi.

Çok mu zordu ? Objektif değil sübjektifti bu zorluk; herkes kendini yüzde yüz haklı ve başka herkesi haksız gördüğü; uzlaşma nedir bilmediği için, imkânsız gibiydi.

Öte yandan, eğri oturup doğru konuşalım; devlet ne yapabilirdi 1 Mayısı yasaklayabilir miydi örneğin ? Elinizi vicdanınıza koyun da söyleyin; o zaman da şöyle kıyamet koparmaz mıydık : Gördünüz mü, alçak faşistler, çatışma çıkacak yalanlarını işte bunun için kullandılar (nasıl bugün tertip de tertip diyorsak). Ya da faraza polis meydanda, güzergâh üzerinde ve kortejlerde silâh araması yapmaya kalksaydı, ne olurdu, hiç tasavvur edebiliyor musunuz ? Kimse Taksim’e dahi varamaz; bütün 1 Mayıs İstanbul’un çeşitli köşelerinde polis ile sol gruplar arasındaki silâhlı çatışmalara ve belki daha büyük bir kan banyosuna dönüşürdü.

Kıssadan hisse, devlet niye önlem almadı diye soranların, devlet “önlem” alsa (o günkü ruh hali içinde) solun ne yapacağını da biraz düşünerek konuşması gerekir.

Oysa durum bunun tam tersi. Pek çok eski solcunun böyle şeyleri düşünmeye hiç ama hiç niyeti yok. Bu da farklı tanıklık biçimlerine yol açıyor. Belki bu noktada, “İntercontinental ve Sular İdaresi üzerinden ateş açıldığını gören şu kadar, görmeyen şu kadar kişi var, demek ki durumlar denk (ya da, görenler daha fazla)” diye çetele tutan bazı internet yorumcularını da uyarmak lâzım. Bütün tanıklıklar eşit değil. Daha somut olarak, eski “siyaset”lerine sahip çıkanlar ile o kimliklerden kopmuş olarak, eski “siyaset”inin iç gerçekliği hakkında konuşanlar arasında çok büyük bir fark ortaya çıkıyor.

Bu ikinci tür tanıklıkları, (bugün gibi) yazım olduğunda yan sütunlarda, bazen ise yazım yokken müstakil olarak, kısa ek ve yorumlarla birlikte yayınlamaya başlıyorum.

TARAF